Gerçeği ancak pek çok sesin buluştuğu bir konserden elde edebilirsiniz’ Carl JUNG

Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü ile eleştiri hakkı, demokratik her toplumda  yaşamsal değerdedir. Zira düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, hem yeni ve farklı düşüncelerin ortaya çık­masına olanak sağlar, hem de bireylere farklı düşünceler arasında seçim yapma ve yanı sıra kendi düşüncelerinin doğru veya yanlış olduğunu sınama olanağını verir.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün vazgeçilmez bir parçası olan eleştiri hakkı, demokratik hukuk dev­letinde, yönetilen konumundaki her bireyin sahip olduğu temel bir haktır.

Esasen eleştiri, hangi mevki de olursa olsun, eleştirilen kişi veya kişilerin kişilik haklarına karşı bir saldırı olmayıp, o kişi ya da kişileri düzelmeye davet, eleştiriye açık olmak ise, düzelmeyi kabul etmektir.

O nedenle, her düzeyde kamusal yetki kullanan kişilerin, yasanın ve kamuoyunun denetimine tabi ve sivil eleştirilere açık olması gerekir.

Yüzyılımızın en önemli kişilerinden biri olan, eleştirmenlerce ‘bugün bizim için Galileo, Descartes, Newton, Mozart ya da Picasso ne anlam taşıyorsa, gelecek yüzyıllar için de o anlamı taşıyacaktır’ şeklinde takdim edilen ve halen yaşayan insanlar içinde eserlerinden en çok alıntı yapılan kişi olan (Art and Humanities Citation Index’te 1980 ile 1992 yılları arasında eserlerinden yapılan alıntı sayısı 4000 olarak verilmektedir), Marks’ı ve Freud’u da içeren, bütün zamanların en çok alıntı yapılan kişileri listesinde sekizinci sırada yer alan, dilbilim, felsefe, politika, bilişsel bilimler ve psikolojinin de içinde bulunduğu çeşitli konularda yetmişi aşkın kitap ve bini aşkın makale yayımlayan Amerikalı düşünür Noam Chomsky, ‘insanların yalnızca birilerinin duymak istemedikleri şeyleri söyledikleri için susturmanın yanlış olduğuna’ işaret ediyor ve devamla şunları söylüyor; ‘Hiç kimsenin hiçbir şeye izin verme yetkisi olmamalıdır ve -en önemlisi- ben serbest ifadeye izin verme nedeninin, yararlı ya da de­ğerli şeylerin bastırılabileceği endişesi olduğunu öne sürmüyorum. Düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkı bundan çok daha temeldir ve insanın düşündüklerini -ne kadar çılgınca ve rahatsız edici olursa olsun- serbestçe ifade etme hakkı, bu pragmatik düşüncelerin çok ötesindedir. Ben devletin ya da herhangi bir başka örgütlü güç veya zorbalık sisteminin, insanların ne düşüneceklerine ve ne söyleyeceklerine karar verme hakkının bulunduğunu kabul etmiyorum. Devlete beni susturma hakkı verilmesine karşı öne süreceğim gerekçe, söylediklerimin değerli şeyler olabileceği değildir. Bu, bana göre tiksindirici bir tutumdur. Ancak çok ön­celeri özgürlükçü denen insanların standart tutumunun bu olduğunu biliyorum.

Noam Chomsky’nin ismini telaffuz etmeden, ifade özgürlüğünü fayda temelinde savunduğu için eleştirdiği John Stuart Mill ise, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı ‘Özgürlük Üzerine’ isimli abidevi eserinin merkezini oluşturan fikir ve ifade özgürlüğü konusunda ‘bir fikrin susturulmasının, fikri susturulan insandan çok insan cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da hay­dutluk olduğuna’ işaret ediyor ve devanla şunları yazıyor; ‘Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve yalnız bir kişi muhalif fikirde olsa, nasıl bir şahsın, elinde kuvvet olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.

Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Fressoz & Roire v.France/1999 ve TBKP v. Turkey/1998 kararlarında ‘İfade özgürlüğü ile bunun bir parçası olan eleştiri hakkı, demokratik bir toplu­mun temellerindendir. Sözleşmenin 10. maddesinin 2. fıkrasının ifade özgürlüğü için getirdiği güvence, sadece uygun bulunan, benimsenen ve rahatsızlık duyulmayan yahut kayıtsız kalınan bilgi ve/veya fikirler için değil, aynı zamanda rahatsız edici, sarsıcı ve/veya altüst edici bilgi ve fikirler için de geçerlidir. Bunlar, demokrasinin varlık şartı olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin icaplarıdır’ demek suretiyle, ifade özgürlüğünün, eleştiri hakkının önemine ve değerine vurgu yapmaktadır.

Hepimizin bildiği üzere, modern siyasi demokrasi, yönetenlerin, yaptıklarından dolayı seçilmiş temsilcilerinin rekabet ve işbirliği yoluyla dolaylı olarak hareket eden vatandaşlar tarafından, kamusal alanda sorumlu tutul­dukları ve eleştirildikleri bir yönetim biçimidir.

Voltaire’den Marquez’e, Sartre’dan Russell’a kadar uygar dünyanın örnek aldığı, hayranlık duyduğu yazarlar, kendi ülkelerinin, kurumlarının sorunlarını, yöneticilerini üstelik bağırarak eleştirdikleri, dünya ve kamu önünde açıkça tartışmaya açtıkları için, hem kendi kültürlerini taşra kültürü/kabile kültürü olmaktan kur­tarmışlar ve hem de kendi ulusal kültürlerini dünya sahnesine taşımışlardır.

Vaclav Havel, ‘Times Literary Supplement’a verdiği bir röportajda; ‘Bu resmi yorum sonuç olarak gerçeklikle birleşir. Genel ve her şeyi kapsayan bir yalan egemen olmaya başlar, insanlar ona adapte olmaya başlarlar ve herkes yaşamının bazı kısımlarında yalanla uzlaşır ya da onunla birlikte yaşar. Bu koşullar altında, insanın bütün dünyayı karşısında bulması riski de dahil olmak üzere her şeye rağmen, her şeyi saran yalanlar ağını parçalayarak doğruyu öne sürmesi, içten bir şekilde davranması olağanüstü politik öneme sahip bir edimdir.’ diyor.

Uzun bir tarihsel kesiti ele aldığımızda, Vaclev Havel’in işaret ettiği çerçevede, açık politik mu­halefetin, hem nadir ve hem de yeni bir şey olduğunu görebiliriz. Amerikalı siyaset bilimci J. C. Scott’un ‘Tahakküm ve Direniş Sanatları – Gizli Senaryolar’ isimli özgün eserinde ifade ettiği üzere, açık politik muhalefet eylemi ile eş anlamlı olan ‘iktidara doğruyu söylemek’ ediminin, ‘modern demokrasilerde bile hala ütopyacı bir çağrışımı varsa, bunun nedeni çok ender uygulanmış olmasıdır. İktidar karşısında güçsüzün ikiyüzlü­lük etmesi ise şaşırtıcı bir durum değildir.’ Kaldı ki, ikiyüzlülük, insanın olduğu her yerde ve bütün zamanlarda ve yine pek çok ilişkide ve durumda hazır ve nazırdır. Ne var ki, iktidarın, ikiyüzlülük eden riyakarlara, gerçeği görmesini engelleyen dalkavuklara değil, doğruyu söyleyen, bu amaçla ikti­darı eleştiren muhaliflere gereksinimi vardır.

Kaldı ki, demokratik bir sistemde, her türlü eleştiri yurttaşların temel hakkı olmakla, hiç bir kişi ve kurum eleştiri dışı değildir. Esasen yerleşik kurumların ve uygulamaların eleştirilmediği, eleştirilemediği bir toplumda, demokrasiden söz etmek mümkün olmamakla, demokratik hukuk devletinde kamusal yetki kullanan kişi ve kuruluşlar, yasanın ve kamuoyunun denetimine tabi ve sivil eleştirilere açık olmak durumunda ve en başta da siyasal iktidarlar bunun bilincinde hareket etmek zorundadırlar.

Nitekim Amerikalı siyaset bilimci Robert A.Dahl, ‘Demokrasi ve Eleştirileri‘ adlı eserinde, modern siyasi demokrasinin varlığı için -asgari usul- adını vererek sunduğu listede, yurttaşların ifade özgürlüğü ile eleştiri yapma hakları bulunduğuna işaret etmekte, bu bağlamda, ‘yurttaşlar, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına sahip olmalıdır’ demektedir.

Diğer taraftan Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesinde olduğu gibi ‘devleti, yasama organını, hükümeti, yargı organlarını, askeri ve emniyet teşkilatını aşağılamailinieleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz’ kaydıyla dahi olsa suç olarak kabul etmek ve yine Türk Ceza Kanunu’nun 216/2-3.maddesi ile ‘halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına ya da halkın bir kesiminin benimsediği dini değerler hakkında görüş açıklamayı’ suç kapsamına dahil etmek, bu kurum ve kuruluşların tasarruflarının denetlenmesinin ve eleştirilmesinin önünü ceza tehdidiyle kapatmak demektir.

Oysa ‘devletin, hükümetin, başkaca kurum ve kuruluşları aşağılamak‘ suçu, günümüzde ciddi hukuki ve siyasi tartışmalara konu olan bir husustur. Nitekim Amerikalı siyaset bilimci Harry Kalven bu konuda; ‘Devletin şahsiyetini tahkir veya aşağılama suçunun pozitif hukukta mevcut olup olmadığı, ifade özgürlüğünün var olup olmadığının gerçek ölçüsüdür. Devletin şahsiyetini tahkirin suç sayıldığı toplum, diğer nitelikleri her ne olursa olsun, özgür toplum değildir. Toplumun ve pozitif hukukun, bu suça verdiği cevap toplumu ve o ülke hukukunu tanımlar‘ demekte; Harward’da profesörlük de yapmış olan Amerikalı seçkin siyaset bilimci John Rawls, ‘Siyasal Liberalizm‘ isimli kitabında, ABD’de “devletin şahsiyetini tahkir” ile ilgili 1798 tarihli yasanın, Amerikan Anayasası’na aykırı olduğu için 1801’de çöpe atıldığını, ifade özgürlüğü etrafındaki tartışmanın yıkıcı suçlar üzerinde odaklandığını ileri sürmekte ve şu hususları ifade etmektedir; ‘Hükümetlerin, muhalefeti sindirmek ve iktidarlarını korumak için, devletin şahsiyetini tahkir suçunu kullanmalarının tarihi, temel özgürlüklerle mutabık bir sistem açısından bu müstesna özgürlüğün çok büyük öneminin kanıtıdır. Bu suç var oldukça, basın ve ifade özgürlüğü, kamuoyunu bilgilendirme rolünü oynayamaz.

O nedenle, Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesiyle 216/2-3.maddesinin yeniden gözden geçirilmesinde, bu maddeye konu düzenlemelerin, çerçevesi açık ve somut şekildbelirlenecek ‘yıkıcı suçlar’ temelinde yeniden düzenlenmesinde toplumsal yarar ve hatta buna ihtiyaç vardır.

Bu genel açıklamalar çerçevesinde Ankara Barosu tarafından Diyanet İşleri Başkanı’nın 20.04.2020 tarihinde yaptığı konuşmasına yönelik olarak basın açıklamasına, bu açıklama sonrasında gösterilen tepkilere ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından Baro yönetimi hakkında soruşturma başlatılmasına gelince, bu konuda özellikle ve öncelikle şu hususu açıklamak gerekir. Avukatlık Kanunu’nun 76.maddesi hükmüne göre Barolar; sadece avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamakla; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını korumakla görevli kuruluşlar olmayıp, aynı zamanda hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumakla da görevli olan kuruluşlardır.

Somut olaya konu Ankara Barosu’nun 26.04.2020 tarihli açıklaması, esas itibariyle hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumayı esas alan, bu amaçla yapılmakla ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında bulunan eleştiri hakkı niteliği taşıyan bir açıklamadır. Anılan açıklamada, ülkemizin de taraf olduğu Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi’nin cinsel yönelim ve cinsel kimlik temelli ayrımcılığı yasaklayan 3.maddesinin ve yine her türlü ayrımcılığa karşı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14.maddesinin referans alınmış olması da, Ankara Barosu tarafından yapılan açıklamanın, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarını savunmaya yönelik olduğunun ve eleştirel nitelikte bulunduğunun kanıtıdır.

Diğer taraftan 45 yıldır üyesi olduğum, 2 sene yönetim kurulu üyeliğini ve 6 sene başkanlığını yaptığım Ankara Barosu, kurulduğu günden bugüne kadar olan süre içinde, demokrasinin en önde gelen savunucusu, en başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere, diğer temel hak ve özgürlüklere içtenlikle bağlı olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasa’nın 2, 3 ve 5.maddelerinde düzenlenen temel ilkelerine ve niteliklerine, her zaman ve her koşulda sahip çıkan ve bu konulardaki sicili de temiz olan bir Barodur.

O nedenle, anılan bildiride Ankara Barosu’nun kutsal dinimize ve Diyanet İşleri Başkanı’nın şahsında devlete saldırdığının düşünülmesi ve bildirinin bu çerçevede değerlendirilmesi mümkün olmadığı gibi bu Ankara Barosu’nun hem geçmişine, hem de bugününe yönelik çok açık bir haksızlıktır. Dahası söz konusu bildiri, gerek sözü, gerekse özü itibariyle Türk Ceza Kanunu’nun 216/3.maddesi kapsamında olan dini değerleri, bu bağlamda kutsal dinimizi aşağılayan bir içerikte de değildir.

Kaldı ki, din insanın bulunduğu her yerde ve bütün zamanlarda varlığını korumuş bir kurumdur. İnsanın ruhi yapısında yaradılışı gereği var olan ‘inanma arzusunun’ toplumsal bir tezahürü ve yanı sıra hem insanın, hem de toplumun vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Dahası din, özellikle İslam Dini; güzel ahlaktır, güzel sözdür, düzgün ve dürüst insan olmaktır, yalan söylememektir, kul hakkı ve haram yememektir, merhamet etmektir, cömertliktir, hoşgörü göstermektir, mütevaziliktir, hizmet ehli olmaktır, insanları sevmektir, insanlar arasında hiçbir nedenle ve hiçbir şekilde ayrım yapmamak, hiç kimseyi hakir görmemek, ötekileştirmemektir, iyilik yapmaktır, kendisini savunma imkanı olmayan ölülere sövmemektir, vatana, millete, insanlığa  faydası dokunmuş insanları hayırla anmaktır, barıştır.

Çoğunu yakından tanıdığım Ankara Barosu’nun Başkanı ve yönetimi de, dini ve dinimizi bu şekilde tanıyan, tanımlayan, inancı olan, din ve vicdan özgürlüğünü her koşulda ve her zaman savunan  insanlardır.

Ancak burada tartışma konusu olan esas husus, kimi çevrelerce bir inanç tartışması gibi gösterilmeye çalışılsa da, aslında bir inanç meselesi, İslamiyet’e yönelik bir saygısızlık meselesi değildir. Esas mesele bir temel hak ve özgürlükler meselesi, toplumun ve laik bir devletin yönetilmesinde, temel hak ve özgürlüklerin belirlenmesinde, dinin ve inancın esas alınıp alınmayacağı meselesidir. Laik bir devlette, yani Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Baronun, laik bir Baro’nun, Ankara Barosu’nun görevi de, hem misyonu, hem geçmişi ve hem de Avukatlık Kanunu’nun 76.maddesi gereğince hukuku, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve bütün bunların güvencesi olan laikliği korumaktır.

Ne var ki, laikliğe sadakat, sadece Barolar için, Ankara Barosu için anayasal ve yasal bir yükümlülük değil, Diyanet İşleri Başkanlığı için de bir zorunluluk ve yükümlülüktür. Zira Anayasa’nın 136.maddesi, ‘Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.’ hükmünü amirdir.