Kant’ın felsefesini Budizm ile harmanlayan, insanlığa aldanmadan ve aldatmadan kurtulan bir ahlak felsefesi sunan 19’ncu yüzyılın önemli bilgelerinden Schopenhauer ünlü aforizmalarından birisinde şunları söylüyor; “Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yoru­munu, gerçek anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla an­lamamızı sağlar. Yaşamımızın sonuna doğru, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı an’a benzer bir durum ortaya çıkar. O andan sonra yaşamımız boyunca birlikte olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Artık karakterler gün ışığına çıkmış, emek ve çalışmalar meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş, yanıltıcı tüm görüntüler dağılmıştır.

Kıssadan hisse: İnsan yaşamı, önceden belirlenmiş bir proje olmamakla, yaşamın kendisi Schopenhauer’in veya başkaca bilgelerin sunduğu klişe ya da şablon yaşam tarzlarından çok daha farklı ve hatta ilginç olabilir. Ama öyle de olsa, şimdil­erde bize sunulan öğrenme fırsatı başta olmak üzere her fırsatı iyi değerlendirmek, ilgimizi ve hedeflerimizi geleceğe yönlendirmek zorundayız. Zira yaşamınızın geri kalanını orada geçireceğiz.

Kullandığı değişik imgeler, zengin düş gücü, incelikli üslubu ve güçlü tekniğiyle divan edebi­yatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip en ünlü dizelerinden birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyor. Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüzdeki Türk entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği temel mesaj; eski Yunanlıların gözünde hem site düzeninin, hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “ken­dine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.

Yaşama sanatının temel ilkelerinden birisi olan “epimelesthai sautou” ilkesi, insanın maddi an­lamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma bağlamında kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel anlamda kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen gös­termesini hem ifade, hem de talep eder.

Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen bizim usta şairimiz Şeyh Galip’in savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılıdır. “Delfik İlkesi” olarak bilinen bu anlayış  “kendini bil” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.

Her iki ilkenin de temel amacı; Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine bir aynadan bak­ması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez. İnsanın kendini bilmeye yönelik bir çabası olmadığı sürece, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması müm­kün olmadığı gibi, doğru bir siyasal eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini geliştirmesi de mümkün değildir.

Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini  öğrenmek; sorgulama yapabilmektir, kendimiz üzerine, insanlık tarihi üzerine düşünebilmektir, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmektir, ideolojilerin eleştirisini yapabilmektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.

Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kul­lanır ve bilimle işbirliği yapar.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgeliğimizle bilge olabiliriz”  diyor Montaigne. Bilge olmak, bilgili olmak demek değildir. Esasen felsefe de, ne bilimdir, ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, özgürlük, siyaset, sanat üzerine düşünmektir. Bunlar üzerine düşünerek, bunları özümsey­erek, bunları içselleştirerek bilge olur insan. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. Mutluluk amaç ise, felsefe insanı o amaca götüren yoldur.

Türkçe karşılığı hikmete, yani bilgeliğe aşk olan felsefe, düşünmek isteyen, düşünceden, düşünen insanların düşüncelerinden korkmayanların ilgi duydukları bir alandır. Nitekim “kendiyle ilgili olma” şeklindeki objektivist anlamda felsefe taraftarı olan Rus asıllı Amerikalı Ayn Rand’ın özlü ifadesi ile felsefe; “Kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi olmadığı gibi, oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu da değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.

Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?” diye soran Ayn Rand, bu sorularının cevabını da kendisi veriyor ve sözlerine şunları söyleyerek devam ediyor; “Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe, hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Değildir, zira aklımız, algılayabildiğimiz verilerin kavramlar halinde bütünleştirilmesi yoluyla çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında, üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, yaşamımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında, yaşam ve yaşamın sayısız olgu ve olayları hakkında, yaradılış hakkında, varlığın anlam ve hikmeti, yapısı ve karakteri hakkında, kendimiz ve başkaları hakkında, bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi verecek ve yol gösterecek bütünleşmeleri elde ederiz.

Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle, bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristo’nun “kendiliğinden oluş” olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir mevkie sahip bulunsak da, bulunmasak da, önemli olsak da, olmasak da, felsefeye gereksinimimiz vardır. Doğamız gereği vardır, çok basit üç nedenle vardır; doğru düşünebilmek, doğru davranabilmek ve hareket edebilmek, yaşayabilmek için vardır. Mutlu olmak için, mesleğimizi adam gibi yapmak ve hem mesleğimizde, hem de hayatımızda başarılı olmak için, kendimizi bilmek ve tanımak için, zihnimizdeki çöpleri temizleyebilmek, zihnimizi değiştirmek için, yaşamda karşılaştığımız sorunları çözebilmek için, yaşama uğraşını sürdürebilmek ve yaşamda ayakta kalabilmek için, felsefeye gereksinimiz vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek, zihnimizin adım adım siyasi demagoglar ve onlara yalamalık yapan bir kısım medya tarafından doldurulmasına izin vermemek için, yalanları doğru, cinayetleri saygın göstermek, gerçekleri gözden kaçırmak, soygunları sıradanlaştırmak amacı ile kullanılan içi tamamen boş siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinimiz vardır.

Edward Said’in özlü ifadesiyle klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlarla giderek çürüyen bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmesine, bilincimizin üzerini kaplayıp, onu, basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan, edilgen bir biçimde kabul etmeye ayartmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Zihnimizde kuşkuya, her an tetikte olmaya, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vere-bilmek, etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir mekana sahip olmak, otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak, inançlarımızla ve düşüncelerimizle tutarlı olmak, son kullanma tarihi dolan düşüncelerimizi değiştirebilmek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar bir kenara attığımız şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın yolunu bulabilmek, gerçeği elimizden geldiği kadar temsil edebilmek, bir haminin veya vasinin ya da bir otoritenin bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni bir dil ve yeni ruhlar icat etmek için felsefeye gereksinimimiz vardır.

Hepimizin çok iyi bildiği üzere, ne kadar özgür ve özerk olduğumuz yaşadığımız toplumun siyasi düzenine, bu düzenin özgürlüklerini koruma konusunda tetikte olmamıza bağlıdır. Ne kadar uzun yaşayacağımız genetik yapımıza, sahip olduğumuz sağlık hizmetlerinin niteliğine bağlıdır. Ne kadar iyi yaşadığımız, yani ne kadar anlayışlı, ne kadar mertçe, ne kadar erdemli bir şekilde, ne kadar keyifle, ne kadar sevgi ile yaşadığımız, hem felsefemize, hem de bu felsefeyi ne kadar içselleştirdiğimize ve yaşamımıza uygulayabilmemize bağlıdır.

Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalanlar Prozac’a sığınırlar. Oysa Prozac tedavi etmez, sizi hayattan ve hakikatlerden kopartır sadece. Sokrates, yani felsefe ise tedavi eder, terbiye eder, sizi hayatın kendisiyle ve hakikat ile buluşturur. Onun için siz siz olun ve kendinizi Prozac’a değil, felsefeye teslim edin.