39 YILLIK UTANÇ MÜHRÜ

Dönemin İstanbul Barosu Başkanı Av. Orhan Adli Apaydın’ın 12 Eylül 1080 darbesinden sonra cunta yönetiminin hukuksuzluklarına karşı gösterdiği direniş nedeniyle baro kapatılmış ve kapısına mühür vurulmuştu. 39 yıllık utanç mührü İstanbul Barosu binasının girişinde utanç vesikası olarak sergileniyor.

Apaydın'ın darbe yönetimine karşı verdiği hukuk mücadelesinin ders niteliği taşıdığını söyleyen İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, "Darbe yönetimi İstanbul Barosu'nun kapısını mühürlediğinde sandı ki baroyu ve avukatları susturacak. Öyle olmadı. Avukatlar da kendi barolarının kapanmış olmasına rağmen mücadeleyi hiçbir zaman bırakmadılar. Prangalar ve darbeler bizi susturamaz" dedi.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından İstanbul Barosu'nun kapısına cunta yönetimi tarafından kilit vuruldu. O yıllarda darbe yönetiminin başlattığı soruşturma ile Barış Derneği Davası adı altında Orhan Apaydın tutuklandı. Hasta olan Apaydın, kendisine vurulmak istenen prangayı reddettiği için tedavi olmadı ve 1 Mart 1986'da yaşamını yitirdi. O dönem baronun kapısına vurulan mühür ise Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde bulunan İstanbul Barosu'nda sergilemeye devam ediyor.

İstanbul Barosu'na mühür vuran cunta yönetiminin, avukatların hukuk mücadelesi vermesine engel olamadığını belirten Mehmet Durakoğlu, "Orhan Apaydın, darbe hukukuna karşı direndi. Bu direnişinin sonuçlarından birisi de bir süre sonra darbe yönetiminin gelip İstanbul Barosu'nun kapısını mühürlemesi oldu. Çok açık bir biçimde Türkiye'deki tüm avukatlar gibi İstanbul'daki avukatlar da kendi barolarının kapanmış olmasına rağmen mücadeleyi hiçbir zaman bırakmadılar" dedi.

Orhan Apaydın'ın, İstanbul Barosu ve hukuk için verdiği mücadeleyi anlatan İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, "İstanbul Barosu'nun o dönemdeki başkanı Orhan Apaydın, tam anlamıyla insan hakları mücadelesi veren biriydi. Barış Derneği Davasıyla Apaydın tutuklandı. Hapishaneye atıldı. Özellikle de insan hakları mücadelesi verdiği bir aşamada kendisine sevk zinciri, yani prangaya vurulmasına izin vermedi. Çünkü tutuklu da hükümlü de olsa insanların prangaya vurulmasına karşıydı ve kendisi de bu nedenle tedaviyi reddetti. Ağır sağlık sorunları sürdüğü için Apaydın’ın yurtdışına çıkışı yasaklanarak tahliye edildi. Daha sonra Orhan Apaydın'ı kaybettik. Apaydın insan hakları mücadelesi sırasında darbe hukukunun oluşmamasına yönelik bir mücadele nedeniyle hayatını kaybetti. Bizim için bu dönemin en büyük kaybı da bu oldu" diye konuştu.

12 Eylül darbe döneminin İstanbul Barosu ve avukatlar açısından hukuk mücadelesinin nasıl verileceğine ilişkin ders niteliği taşıdığını kaydeden Durakoğlu, "Bizim ülkemizde belli zamanlarda olan darbeler, kendi içlerinde bir de darbe hukuku yarattılar. Bunu daha evvel bütün darbelerin olduğu dönemlerde de gördük. 12 Eylül 1980'de de gelen cunta yönetimi de kendi hukukunu yaratmıştı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yaratılan bu hukuk önce avukatları karşılarına almayı gerektirdi. Bu bize baroculuğun tarihimizde öğrettiği en temel olgulardan birisidir. 12 Eylül darbesinde de haksızlık ve hukuksuzluklara ilk karşı duranlar yine avukatlardı" ifadelerini kullandı.

NE OLMUŞTU?

12 Eylül'ün getirdiği hukuksuzluklara karşı durmak için verdiği mücadelede avukatlık görevinden uzaklaştırılmak amacıyla Orhan Apaydın hakkında, yazarlar sendikası yöneticiliği sırasındaki faaliyetlerinden dolayı dava açıldı. Ancak bu dava beraatla sonuçlandı. Sonrasında, Barış Derneği Yönetim Kurulu üyesi olduğu dönemde tutuklandı ve 12 Eylül dönemini cezaevinde geçirdi. Tutuklandığında, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi bir tavsiye kararı alarak serbest bırakılmasını istemişti. Paris Barosu da aynı amaçla Türkiye'ye başvurmuş, avukatlar gönderip duruşmaları takip ettirmişti. Yargılaması sürerken, Adalet Bakanlığı avukatlık yasasında bir değişiklik yaparak Apaydın'ı görevinden aldı. Oysa bu sırada Dünya Barolar Birliği Başkan Vekilliği görevini sürdürmeye devam etmekteydi. Barış Derneği davası sırasında ağır sağlık sorunları ile de savaşan Orhan Apaydın, tutuklu olduğu dönemde sevk zincirine karşı çıkarak hastaneye gitmeyi reddettiği için böbrek yetmezliğinden 1 Mart 1966'da yaşamını yitirdi. Dava ise 21 Nisan 1991’de tüm sanıkların beraatıyla sona erdi.