İspat Hukukunun itham sisteminde aranan güçlü kanıt külfeti, soruşturma veya kovuşturma mercii için sorun olabilmektedir. Çünkü uygulamada; ya suçun niteliğinden dolayı veya suçluluk için yeterli somut delil olmasa da failin vicdanen cezasız kalmaması amacıyla veya şu veya bu nedenle, “kanunilik” ilkesi ile “ancak hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş somut delillerle sanığın suçu işlediği kabul edilebilir” prensibinin bir anda gözardı edilebildiği, deyim yerinde ise bu ilkenin tozlu rafta unutulduğu, hatta gerçeğe en yakınlık tespitinin bile aranmadığı görülebilmektedir. Hukuk güvenliği hakkını temelden sarsmaya elverişli bu vaziyetin alışkanlık haline dönüşmesi muhakkak engellenmelidir.

Suça konu fiili yargılamak gerekirken, soruşturmada tercih edilen Ceza Muhakemesi Hukukunun temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan koruma tedbirleri uzun soluklu uygulandığı, kişisel ve hatta başkalarını etkileyen mağduriyetlere sebebiyet verildiği, cezaya dönüşen tedbir anlayışının da ötesine geçilerek, sanıktan masumiyetini kanıtlamasının beklendiği, suçsuzluk karinesini yerini suçluluk karinesinin aldığı bir uygulama İtham Sisteminin parçası olamaz. İtham Sisteminde amaç; suçluyu suçsuz kılmak olmadığı gibi, yargısız infaz yapmak suretiyle suçsuzu da suçlu göstermek veya suçlu ilan etmek olmayıp, hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde yürütülecek ceza muhakemesi vasıtasıyla maddi hakikate ve adalete ulaşmaktır.

Maddi hakikate ve adalete ulaşmak bazen çok zordur. Elbette ideal olan; hızlıca maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi, bu sırada hata yapılmaması, bilhassa suçsuz insanın cezalandırılmamasıdır. Bu nedenle; “adı masumiyet karinesidir, suçsuzluk karinesidir” gibi lüzumsuz bir tartışmaya girmeden, işin esası olan maddi hakikate ve adalete odaklanmak, İspat Hukukunun kural ve kaidelerine bağlı kalmak gerekir.

İddia edenin iddiasını ispatladığı, kesinleşmiş bir mahkeme hükmü ile sabit olduğu aşamaya kadar kimseye suçlu muamelesi yapılamayacağı tartışmasızken, şu veya bu sebeple soruşturmanın ve hatta kovuşturmanın dahi bu prensipten uzak yürütüldüğü görülebilmektedir.

“Adalet bekliyorum, adalet arıyorum, adalet istiyorum” kelimeleri çok anlamlıdır, bu sözlerin toplumda karşılık bulması gerekir, fakat bu sözlerin ne derece önemi, ne kadar değeri vardır? Herkes aradığı adalete kavuşabiliyor mu, kavuşuyorsa ne kadar zamanda, ne kadar kolaylıkta? “Her şeyin temeli adalettir” sözü çok isabetlidir, ama kime göre, neye göre adalet? Bütün mesele budur! Kim isteyince veya ne olunca adalet yerini buluyor veya bulamıyor?

Hukuk kuralları belli; kural iyi ise, yani daha yazılırken hukukun evrensel ilke ve esasları gözetilmişse, “sana göre hukuk, bana göre hukuk” anlayışı ile hareket edilmemişse, hukuk kurallarının iyiliğinde sorun yaşanmaz.

Hukuk kurallarını hazırlama aşaması başarı ile tamamlandığında, ikinci aşamaya geçilerek, bu kuralların nasıl uygulandığına bakılmalıdır ki, bu mesele ilkinden daha mühimdir. “Benim istediğim olursa adalet var, istemediğim olursa adalet olmaz, itiraz ederim, hatta müdahale ederim” anlayışı hakimiyet kazanırsa, hukuk kurallarının tatbikinde sorunlar artmışsa, istenildiği kadar hukuk düzeninin korunduğundan ve adaletin varlığından bahsedilsin, bu varlığın inandırıcılığına karşı toplumsal kaygıda artış ve toplumu oluşturan katmanların sessiz veya sesli itirazlarında bir yoğunlaşma gözükür.

“Sessiz itiraz” memnuniyetsizlik ve artan mutsuzluk veya tereddüt olarak tasavvur edilirken, “protesto” kavramı öne çıktığında, sessiz itirazın yanına sesli itiraz eklenir, hatta onun yerini alır.

Mutlak adalet; belki bir hayaldir, bir idealdir, belki de bir ütopyadır, Doğal Hukukun maksadıdır. Pozitif, yani mer’i Hukukun hedefinde ise; hatasız, kayırmasız adalet olmalıdır, ancak bu hedef teoride kalıp, yerini pratikte bazen sanığa ve bazen de mağdura vuran sert yüzünü gösterdiğinde, dürüst ve eşit dağıtılması gereken adaletten uzaklaşma kaçınılmaz hale gelir. Bu tür bir alışkanlık ve kabullenme; hukuk devletinden uzaklaşmaya, adaletsizliğe, kötülüklere kapı açar. Maddi hakikate ve adalete ulaşabilmenin yegane yolu, hukukun evrensel ilke ve esaslarına riayet edilmesi suretiyle adaletsizlik kapısını kapatmaktan geçer.

Toplumsal hayatın vazgeçilemez şartı olan hukuk düzeni; adaletin varlığına olan yüksek inançla sağlanabilir ki, bu inancın tesisinin kaynağı yalnızca hukukun evrensel ilke ve esaslarıdır. Hukukçulara düşen görev ise; hukukun evrensel ilke ve esaslarına bağlılık, onların bozulmadan, kirlenmeden, temiz bir şekilde kurallara ve sahaya yansımasını sağlamak olmalıdır.