Her birimizin hani ani çıkışları olur ya. Kalkarız ve yakar yıkarız bazen. Pire için yorgan yakmak tabiri vardır ya. Öyle işte.

 

Öfkelerimizi kontrol etmediğimiz zaman ne kadar kırıcı olduğumuzun ne kadar yıkıcı olduğumuzun farkında mıyız? Bir dantela gibi ördüğünüz sevgileri bir çırpıda yok ediveririz.

 

Hani der ya Akif,

‘‘Sade sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye,

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye’’.

 

Yıkmak o kadar kolay ki… Kontrol edilmeyen öfkenin yıktıkları ile doludur dünyanın acı tarihi. Savaşların arkasında kalan anıtlar, birbirini tetikleyen öfkelerin masum kurbanlarının anıtlarıdır. Birbirine öfkelerin örnekleri yatıyor halen hastaneler ve hapishanelerde.

 

Zor olanın öfkeyi yenmek olduğunu biliyorum. Ben de yenemedim zaman zaman ve halen acılarla doludur bu yüzden kalbim. İşte yine kendimden bir örnek...

 

Yeni doçentliğe atanmıştım. Bir başka, yaşı da büyük, biraz da kaba bulduğum bir akademisyen canımı sıkmıştı herkesin içinde. Okulun tenha olduğu saatlerdi, çıktım odasına ve kavgaya davet ettim dışarıya. Gelmedi, o kızgınlıkla bir şeyler söyledim. Rahatlamıştım o an.

 

Galiba aynı hafta ya da bir hafta sonra bir Cuma namazında bir kaç kişi ötede aynı safta namazdaydık. İşte o an içimde her şey kırıldı. Allah’ın huzuruna beraber çıktığım insanları kırsam ne olacaktı, yiğitlik taslasam ne olacaktı?

 

Aslında hep öyle değil midir? Öfkemizin kurbanı olacak muhtemel insanlar ya aynı mahallenin ya aynı şehrin ya da aynı dünyanın insanı değil midirler? Hz. Ali’nin tabiri ile ya din kardeşi ya da insan kardeşimiz değil midir?

 

Sonra inanın yakışmıyor insana, hele hele bir de okumuşsa ve okuduğu da hukuksa...

 

Babam ve annemle birlikte İstanbul’da bir sokakta ilerliyoruz arabayla. Trafik var. Arkamdaki araba habire korna çalıyor. Önüm tıkalı, gidemem ki... Yolun ilk müsait olduğu yerde durdum hafif sağa çektim ne oluyor dedim. Anlamsız cevaplar verdi adam. El frenini çekip iniyordum ki babam kolumdan tuttu. ‘Oğlum’ dedi, ‘ben kavga etsem karakolda bakacaklar ilkokul mezunu. Normal karşılarlar. Sen kavga etsen bakacaklar doçent, profesör. Ne diyecekler’?

Haklıydı babam.

 

Yakınlarımıza, sevdiklerimize ve ama inanın hepsinden öte bizzat kendimize öfkelerimizle ne kadar zarar veriyoruz bir anlayabilsek. Öfke ile verdiğimiz hangi karardan memnun kaldık? Hangi karardan zararlı çıkmadık?

 

Kırdığımız kalpleri nasıl tamir edeceğiz, öfke ile söylediğimiz sözleri nasıl sileceğiz? Hepsinden öte öfkelendiğimizde kalbimizin kararmasını nasıl tekrar aydınlığa çevireceğiz? Özürlerin, af dilemelerin anlamsızlığını ben çoktan keşfettim. Bir ömür içimde bir sızı olarak kalacak öfkelerim.

 

Birisi Hz. Ali’ye sorar: ‘Allah’ın gazabından nasıl emin oluruz?’. Cevaplar Hz. Ali: Öfkelenme!

 

Hayattın şu gelip geçiciliğinde, öfkelerimizle kırdığımız ve altüst ettiğimiz bir dünyanın altından kalkamayacağımız çok olacaktır. Bütün bir ömür bir öfkenin, bir kırılmışlığın ya da kırmanın ya da öfkeyle alınan bir kararın acısını nasıl taşırız?

 

Galiba bu yüzden Peygamberimiz, ‘hakiki yiğitlik insanın öfkesini yenebilmesidir’ der.

 

Bu kırmaya odaklanmış dünyada, öfkeleri tetikleyen kaoslarla dolu bu şehirde sizi ve öncelikle kendimi yiğit olmaya davet ediyorum. Gerçekten yiğit olan kırmadan, dökmeden yaşayabilendir.

 

Bu yazı da bir davet yazısıdır: Yiğitliğe davetiye...