20.yüzyılda siyaset teorisine egemen olan bir eser görülmemiştir.’ Isaiah Berlin 1962’deki yazısında böyle söylemiştir… Şimdi, 1978’de, sıra dışı olan farklılık, Berlin’in iddiasının daha uzun süre gerçek olmadığıdır. Zira bu iddia 1971’de Harvard’lı John Rawls tarafından Bir Adalet Teorisi’nin Cambridge’de yayınlanmasıyla tamamen sona ermiştir.

James Fishkin ve Peter Laslett, Philosophy, Politics and Society/Felsefe, Siyaset ve Toplum

Türkçeye benim çevirdiğim ve Siyasal/Phoenix Yayınevi tarafından yayınlanan Amerikalı siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls tarafından yazılan ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitap, yayınlandığı 1971 yılından itibaren çok sayıda kişinin övgüsünü kazanmış, ama bir o kadar da akademisyenin, hukukçunun, ekonomisttin, felsefecinin, siyaset bilimcinin ve siyasetçinin eleştirilerini almıştır.

Uzmanları tarafından, yazıldığı ve yayınlandığı tarihten itibaren siyaset biliminde paradigma değişikliğine neden olduğu kabul edilen bu eserin, lehte ya da aleyhte olsun bu kadar çok ilgi çekmesinin ve eleştiri almasının, dahası, hukuku, ekonomiyi, felsefeyi, siyaset bilimini derinden etkilemesinin nedeni, özellikle geride kalan kırk, elli yıl içinde, adalet ve hukuk kurumlarının, hukukun üstünlüğü ilkesinin, hak ve özgürlük kavramlarının, adil düzen ve bölüşüm anlayışlarının, küresel düzeyde olağanüstü bir değer ve anlam kazanmış olmasıdır.

Liberal düşünceyi benimseyen, o nedenle düşüncesinin merkezine bireyi, bireyin hak ve özgürlüklerini koyan, ancak bu değerlerin anlamlı ve işlevsel olabilmesi için hak eşitliğinin, fırsat eşitliğinin, ekonomik eşitliğin, adil bölüşümün, hakça bir düzenin, refahın olması gerektiğini savunan ve savunduğu bu değerler itibariyle sosyal demokrasi çizgisine de yakın duran Rawls, klasik liberal düşüncenin en önemli temsilcilerinden birisidir.

Rawls’un eserine bu kadar fazla ve değişik görüş sahiplerinden eleştiri gelmesinin en önde gelen nedeni, eleştirenlerin hemen hepsinin, özü itibariyle evrensel olan adalet, hukuk, hak, özgürlük, eşitlik gibi kavramların içini kendi siyasi ve felsefi görüşleri çerçevesinde doldurmaları, bu kavramlara kendi siyasi ve felsefi anlayışları doğrultusunda anlam yüklemeleridir.

Bizim ülkemizde çok fazla tanınmayan Rawls ve onun sınırlı sayıdaki entelektüel ile akademisyen tarafından okunan ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabı üzerine çok fazla bir eleştiri, inceleme ve araştırma ne yazık ki yoktur. Olanların bir kısmı tanıtım düzeyinde, diğer bir kısmı yüzeysel, bir kısmı ise özgün değildir.

Oysaki yabancı kaynaklar arasında Rawls’a ve onun ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli eserine yönelik olarak yapılmış pek çok eleştiri, çok sayıda yayınlanmış eser vardır. Bu eleştirilerin ve eserlerin sahipleri, sadece sağ ve sol düşünceye bağlı olanlar değil, hem bunlar, hem de kökleri klasik liberalizme dayanan ve günümüzde libertarian/liberteryen ya da neo/yeni liberal olarak tanımlanan düşünce akımının önde gelen isimleridir.

Benim okuduklarım arasında Rawls’a ve onun eserine yönelik en kapsamlı, en ciddi, en nesnel eleştirileri içeren eser, Chandran Kukkathas ve Philip Pettit isimli iki Avustralyalı tarafından yazılan, Stanford University Press tarafından ‘A Theory of Justice and Its Critics/Bir Adalet Teorisi ve Eleştirileri’ adıyla yayınlanan eserdir.

Tükçeye benim çevirdiğim, basılmak üzere yayınevine verdiğim ve fakat daha henüz basılmamış olan bu eserin yazarlarından Chandran Kukkathas, Avustralya Savunma Kuvvetleri Akademisi’nde çalışmakta, Yeni Güney Galler Üniversitesi’nde doçent olarak ders vermektedir. Kitabın diğer yazarı Philip Pettit ise, Sosyal ve Siyasal Teori profesörü olup, Sosyal Bilimler Araştırma Okulu’nda, Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.

Rawls’a ve onun ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli eserine yönelik bütün eleştiri ve itirazları sistemli bir şekilde ve referanslarını da göstermek suretiyle özetleyen, yer yer kitabın her iki yazarının kendi kişisel eleştirilerini de içeren bu kitap, Rawls’a ve onun ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli başyapıtına ilgi duyanlar için gerçekten önemli, değerli ve yararlı bir çalışmadır.

Ancak bu kitabın okuyanlarına tat vermesi ve yararlı olabilmesi için ‘Bir Adalet Teorisi’nin de okunmuş olması gerekir. Esasen ‘Bir Adalet Teorisi’ okunmadan bu kitabın okunması, tat vermemesi, yararlı olmaması bir yana, sadece ve gereksiz bir zaman kaybı olur. Hatta bu kitabı okuyacak olanların yanlarına ve yedeklerine ‘Bir Adalet Teorisi’ni almaları, her ikisini birden ve aynı anda okumalarında yarar vardır. Zira ve ancak bu yolla, bu kitapta yer alan eleştiriler ait oldukları ve hak ettikleri yere oturtulabilir, bu eleştirilerin içeriği, ne ölçüde haklı ya da haksız oldukları anlaşılabilir.

Esasen kitap, Rawls’u henüz yeni okumaya başlayanlara, onun teorisinin, bu teorinin çağdaş siyaset felsefesindeki öneminin algılanması hakkında fikir verecek şekilde tasarlanmış, ama aynı zamanda Rawls’ı ve onun adalet teorisini daha önce okumuş olan deneyimli okuyuculara da yararlı olacak şekilde planlanmıştır.

Chandran Kukkathas ve Philip Pettit’in kitaplarına yazdıkları önsözde de ifade ettikleri üzere, altı bölümden oluşan kitabın Birinci Bölümü, ana hatlarıyla tarihsel bir yorumu içermekte, ama aynı zamanda Rawls’un kitabının ait olduğu geleneğin karakterize ettiği ahlaki bireyciliğin incelenmesini de kapsamaktadır. Kitabın İkinci Bölümü, Rawls’un teorisinin sözleşmeci karakterine odaklanmakta, onun metoduna ek olarak analizlerinin ve genel nitelikteki sözleşmeci yaklaşımının tasnifini sunmaktadır. Üçüncü Bölüm, Rawls’un adalet üzerine olan maddesel tezleri ve bunlar hakkındaki ayrıntılı argümanları içermektedir. Beşinci Bölüm, özellikle Robert Nozick’in eleştirileri dahil, Rawls’un teorisinin liberteryen eleştirisini açıklamakta ve değerlendirmektedir.  Altıncı Bölüm, komüniteryan eleştirilerin başını çeken Alasdair MacIntyre, Michael Sandel, Charles Taylor ve Michael Walzer gibi yazarların ortak eleştirilerini içermektedir. Ve son bölüm, Rawls’un kendi yorumunun ve öz-eleştirisinin ortaya konulmasını ele almakta, bu gelişmenin iki aşamasını oluşturan daha fazla Kantçı ve daha fazla Hegelci yaklaşımları birbirinden ayırt etmektedir.

Özetle kitabın okuyucularına sunduğu resim şudur: Rawls’ın adalet teorisi sıra dışı bir önemdedir, bu teori siyaset teorisinin canlandırılmasının yolunu göstermektedir; bu teori kendine özgü sözleşmesel bir teori olmasına rağmen, hiçbir araçla ve hiçbir şekilde sözleşmeci düşüncenin kaynaklarını tüketmemektedir; bu teori sözleşmeci teori karakterinde olmasına rağmen, yapılabilirlik düşüncesine dayandığı için diğer bütün yaklaşımlara açıktır; liberteryen eleştiri siyaset dünyasına çok da fazla olarak alternatif bir açı getirmemektedir; komüniteryan eleştiri ise, birçok yönden biraz abartılıdır; bu abartı bir yanıyla Rawls’un yaptığı bütün çalışmaları içermemekte, diğer yönüyle onun yaptıklarını abartmaktadır; buna bağlı olarak Rawls’un kendi yorumu ve öz-eleştirisi belirsizleşmiş ve en sonunda da talihsiz bir yöne girmiştir; bunun nedeni Rawls’un tüm siyaset teorilerini giderek artan bir hırsla sonlandıracak bir siyaset teorisi oluşturma yönündeki isteğidir.

İki bölüm olarak hazırladığım bu yazının birinci bölümünde, büyük ölçüde Chandran Kukkathas ve Philip Pettit’in eserlerine sadık kalarak liberteryen eleştirilere, özellikle Robert Nozick’in eleştirilerine, ikinci bölümünde ise komüniteryan eleştirilere yer vereceğim.

Kendisine rehber olarak negatif özgürlük fikrini esas alan liberteryen akım, siyasi bir tercih ve görüş olarak otonomi/özerklik kurumunu ve seçme özgürlüğünü maksimize etmeye çalışır. Bu bağlamda, siyasal özgürlüğü, gönüllü iş birliğini ve bireysel karar almanın önceliğini, devletin minimize edilmesini ve hatta ortadan kaldırılmasını savunur.

Liberaller, klasik liberaller ve modern liberaller olmak üzere ikiye ayrılırlar. On sekizinci yüzyılın ve on dokuzuncu yüzyılın başlarının klasik liberalleri, devletin yegane rolünün yurttaşlar yönünden onların belirli haklarının, özellikle kişisel özgürlük ve özel mülkiyet haklarının korunması olduğunu ileri sürerler. On dokuzuncu yüzyılda ve daha sonra ortaya çıkan modern liberaller ise, devletin aynı zamanda kendisiyle de ilgilenmesi gerektiğini, özgürlük ve mülkiyet haklarının bir maliyeti olsa bile, yoksulluk, evsizlik, hasta sağlığı, eğitim yoksunluğu ve benzerleri gibi sorunların da devletin ilgi alanı kapsamında bulunması gerektiğini söylerler.

Rawls açıkça liberaldir, ama modern anlamda değil, klasik anlamda liberaldir O nedenle, Rawls’un adalet teorisinin maruz kaldığı en önemli eleştiri türlerinden birisinin klasik liberalizmin istikrarından kaynaklandığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Şimdilerde liberteryen olarak tanınan liberaller, klasik liberallerle en fazla, minimal/en az devleti destekleme konusunda hemfikirdirler. Liberteryenlerin en önde gelen figürlerinden olan Robert Nozick’e göre, ‘klasik liberal teorinin gece bekçisi devleti, bütün yurttaşları şiddete, hırsızlığa ve sahtekarlığa karşı korumakla ve sözleşmelerin uygulanması ve benzeri işlevlerle sınırlıdır.’ Liberteryenlerin diğer bir kısmı ise, her ne kadar minimal/en az devleti savunurlarsada, bazı liberteryenler aynı zamanda devleti de reddederler.  Nitekim liberteryenler görüşlerindeki kimi farklılıklar nedeniyle pragmatik ve ilkeli liberteryenler olmak üzere iki geniş gruba ayrılırlar.

Pragmatik liberteryenler, en az devleti, sadece koruduğu hakların kutsallığı temelinde değil, fakat bu tür hakların korunmasının belirli başkaca şeylere değmesi ve kendisini kısıtlamadan bağışık tutması nedeniyle savunurlar. Nitekim Nobel ödüllü iktisatçı F.A. Hayek, ‘sadece bu çeşit bir en az bağışık tutma belirli bazı çıkarları yapılabilir yapar. Eğer biz insanların isteklerini tatmin etmeyi arzu ediyor isek, devlete küçük bir rol vermekle iyi ederiz, böyle bir hüküm pazar aracılığıyla bu istekler üzerinde en uygun bilginin kullanılmasına etki eder’ der. Diğerleri ise, ‘bu tür bir bağışıklık vaadi, maksimum fayda üretimini veya Pareto-kriteri memnuniyetini: yani maksimum verimlilik üretimini geliştirir’ derler.

Pragmatik liberteryenler kesinlikle Rawls’un adalet teorisini reddetme eğilimindedirler. Ancak onların bu teoriye karşı getirdikleri eleştiriler, belirgin şekilde liberteryen değildir. Onlar eleştirilerinde daha çok yapılabilirlik suçlamalarının şeklini, verimsizliğini ve benzerlerini esas alırlar.

İlkeli liberteryenler, pragmatik liberteryenlerden, minimal devletin koruduğu hakları doğal ve temel haklar olgusu olarak almaları itibariyle ayrılırlar. Haklar, kendi başına tatmin edici bir gerekliliktir, tesadüfi sebeplerden ötürü iyi değildir: en yüksek önemde bir iyidir, iyi herhangi bir sebepten dolayı iyidir, kısaca ahlaki bir felaketten dolayı tehlikeye atılamayacak bir iyidir. İlkeli liberteryenler için Rawls’un teorisinin desteklediği türde bir devlet, doğal olarak kötüye bağlı görünmektedir, bu devlet, mülkiyet hakları ihlallerinin yeniden dağıtımına izin vermesinden bu yana böyledir.

Rawls’a yönelik en önemli liberteryen eleştiri, kendisi de ilkeli bir liberteryen olan sıra dışı siyaset filozofu Robert Nozick’den gelmiştir. 1974’de kaleme aldığı ‘Anarşi, Devlet ve Ütopya’ isimli eserinde Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisine karşı Nozick, sadece minimal devletin haklılaştırılması altında kendisinin ‘yetki veren’ adalet anlayışını ortaya koyar.

Nozick, Rawls’a karşı iki itiraz ileri sürer: bunlardan birincisi, Rawls, malların dünyaya sahipsiz olarak geldiğini ve adalet anlayışı temelinde dağıtımını beklediğini varsaymakla yanlış içindedir; ikincisi ise, Rawls’un tasarladığı türde bir devlet sürekli olarak bireysel işlere müdahale eder.

Nozick’in liberteryen felsefesi altında, sahiplendiği üç adalet ilkesi vardır: mülkiyetin edinilmesindeki adalet ilkesi, mülkiyetin nakledilmesindeki adalet ilkesi ve geçmişteki adaletsizliklerin onarılması için adaletin gerektirdiği bir ilkenin formüle edilmesidir. Nozick’in teorisinin önemli özelliği, eğer bu kapsam ilkelerle sadece bu türlere karşı işletiliyorsa, o takdirde, bu, adaletin tarihsel idealini temsil eder.

Bu, verili bir mülkiyet tahsisinin adil bir şekilde değil de, tahsisin kendisinin karakteriyle mi, – mesela bu tahsisin kapsadığı kesin eşitsizlikler –  yoksa tarih yoluyla nasıl geldiyse o şekilde mi belirlenip belirlenmediği anlamına gelir. Tahsis eğer ve sadece söz konusu edinimler en baştan haklı olarak elde edilmiş ve daha sonraki devirler her aşamada haklı olarak devredilmiş ise adildir. Tahsisin adil olması için sadece tarihi bir adillikle gelmiş olması gerekmez;  ayrıca yeterli olması da gerekir.

Bu tarihsel görüşün aksine, Rawls’un, elde edilendeki adalet anlayışı yapısal olmasının yanı sıra tarihseldir de. Bir tahsisin adil olması için, onun doğal olarak, sadece teoride görüldüğü gibi bir tarih tarafından üretilmelidir; mesela, tahsisin oluşumundaki sahtekârlık veya hırsızlık onu haksız hale getirecektir. Ancak hatasız bir tarih, tahsisi adil yapmak için tek başına yeterli değildir. Adaletin verili ikinci ilkesine, özellikle fark ilkesine göre, tahsis, tarihsel bir kısıtlamayı olduğu kadar bir yapısallığı da tatmin etmelidir. En kötü grupta olanlar, daha eşitlikçi bir dağıtım altında olacaklarından daha iyi durumda olmalıdırlar.

Rawls’un sunumunu bazı ayrıntısından soyutlayan Nozick, Rawls’ın teorisindeki iki açık noktayı belirler. Bu açıklardan birisi teorinin temel varsayımına yöneliktir, diğeri ise onun pratik imalarını içerir.

Nozick’in temel itirazı, liberteryen teorinin, onun gördüğü üzere, şeylerin zaten her zaman sahip olduğunu kabul etmesidir, çünkü Rawlsçu teori, adalet sorunu olarak ortaya çıkan dağıtımda, mallara ‘cennetten gelme ruhani gıda/kutsal gıda’ muamelesi yapar: özellikle hiç kimsenin hak sahibi olmadığı mallara orijinal pozisyon açısından bakar. Şeyler, zaten dünyaya hak sahibi olan insanlara bağlı olarak gelir. Sahiplenilme olgusuna, adalet anlayışının tarihsel hak sahipliği açısından bakıldığında, ‘her birine göre onun için olanı tamamlamak için yeniden başlayanlar, nesnelere, eğer nesneler hiçbir yerden ortaya çıkmamış ise, hiçbir şeyden yoksun gibi muamele ederler.’ Nozick bu itirazı özellikle Rawls’u hedef aldığı aşağıdaki pasajda keskinleştirir.

“Eğer şeyler cennetten ruhani/kutsal gıda gibi gelmiş olsaydı ve hiç kimse onun herhangi bir kısmı üzerinde hak sahibi olmasaydı, özel bir dağıtım için herkes anlaşmadıkça hiçbir hiç bir ruhani/kutsal gıda aşağıya düşmeseydi, miktar dağıtıma bağlı olarak bir şekilde değişseydi, o insanların, tehdit oluşturmayacak ya da özel olarak büyük paylara sahip olmayacak şekilde yerleştirildiklerini, dağıtım kuralının fark ilkesinde anlaştıklarını iddia etmek akla uygun olabilirdi. Ama bu insanların ürettikleri şeyleri nasıl dağıtacağını düşünmeleri için uygun bir model midir? Neden aynı sonuçların, olmayan durumlarda olduğu gibi, farklı haklar bulunan durumlar için elde edilmesi gerektiğini düşünelim?” (Nozick 1974, 198).

Birisinin bir şey ürettiği ya da bir şeyi üretenin zora dayanmayan rızasıyla elde etmesi olgusu, o şeyi kimin kendi mülkiyetindeymiş gibi elinde bulundurması gerektiği sorusuyla kesinlikle ilgilidir. Dağıtım sorunu ile ilgili olan üretim ve daha genel olarak edinme ve devir etme tarihi olgusu, dağıtıcı adalet teorisine dayanılarak iki yoldan biriyle yapılabilir. Birincisi,  teori, mülkiyet haklarını ve iyelik haklarını ayrıntılı olarak ele aldığında, öncelikli görevin, hangi kesin şartlar altında edinimin ve devrin adil olduğunu ayrıntılı olarak açıkladığı düşüncesi olduğu anlamına gelebilir. Bu, Nozick’in, dağıtımın tarihinin kendisinin dağıtıcı adalet teorisine dayandırmasıyla ilişkilendirmesini yapmasının yoludur. Nitekim o kendisinin teorisini ayrıntılarıyla geliştirdiği kadarıyla,  Locke’un, bir şeyi adil olarak elde etmek, sadece eğer bir şey varsa ‘başkalarıyla ortaklaşarak yeterli ve iyi olarak bırak‘ şeklindeki akla yakın şartına nasıl anlam verileceği türündeki meseleler üzerinde yoğunlaşır (Nozick 1974, 175).

Ama dağıtıcı adalet teorisinin, edinimin ve devrin tarihiyle dağıtım konusunun ilişkisini dikkate alması hususunda başka bir yol daha vardır. Bu, tarihi, – sadece başka şeylerin yanı sıra kimin mülkü olacak sorunuyla ilişkilendirmeyi sağlayan, hakları mülkiyetle ve iyelik haklarıyla detaylandırarak yapılabilir. Rawls’un teorisinin yaptığı da kesinlikle budur. Teori insanlara belirli bir usulle elde ettikleri şeylerin onların olduğu iddiasında bulunmalarına izin verir, ancak bu izin iki yolla kısıtlanmış olacaktır: birincisi iyelik haklarının o mülkiyetin kullanılmamış olmasının tanımlanmasıyla, mesela adil fırsat eşitliğinin   tehlikeye atılmasıyla ve ikincisi mülkiyet haklarının sınırlanmasıyla, yani en kötü durumdaki gruba dolaylı olarak daha fazla faydası olmadıkça, başkalarından daha fazlasına sahip olmaktan keyif alınmaması olgusuyla.

Rawls’un teorisinin dağıtım meselesiyle, edinimin ve devrin tarihinin ilişkilendirilmesini gerçekleştirme olgusu, Nozick’in temel itirazının etkisini yumuşatır. Nozick itirazını, itirazında olandan daha fazlasını söyler şekilde,  ama yine de, Rawls’un teorisini kurnazca yanlış tanıtmak suretiyle yapmış görünür. O, teoriyi, sanki orijinal pozisyondaki tarafların her şeyden önce insanları sahip oldukları şeyden yoksun bıraktıkları ve daha sonra yapısal bir ideale göre yeniden dağıttıkları gibi, ‘cennetten gelen ruhani/kutsal gıda’ modelini içerdiği şeklinde açıklar. Aslında sözleşmenin tarafları zaten sahip oldukları malların dağıtımı hakkında tartışmazlar, daha çok henüz edindikleri, belki de henüz ürettikleri malların nasıl olduğu,  nasıl dağıtılması gerektiği üzerinde tartışırlar. Cennetten gelen ruhani/kutsal gıda kurgusu, hakların sözleşmecilerin hâlihazırda üretilen malları ve üretilen malların dağıtımını tartışan resminin dışındadır, dolayısıyla onların dağıtımın orijinal pozisyonda benimsenen ilkeler tarafından kısıtlandırılması yönünde bir beklentisi olamaz. Rawls’un gerçek modeli altında, yine de sözleşmeciler, hangi üretim ve edinim altında dağıtımın kamusal ilkelerinin yer alması gerektiği konusunda tartışırlar.

Nozick, pratik itirazında Rawls’un teorisinin ya da herhangi bir yapısal adalet idealinin gerçekten toplumun düzenlenmesi için kullanılması halinde, bu durumun, devletin halkın yaptıklarına sürekli olarak müdahale etmesini gerektiren hoşgörüsüz bir etkiye sahip olacağını ileri sürer. Bu bağlamda, böyle bir ideal, ‘insanların yaşamlarına sürekli müdahale olmadan, sürekli olarak gerçekleştirilebilir‘ der. Beğenilen herhangi bir model, yapısal ideal tarafından öncelik tanınmamış bir hale dönüştürülebilir,  bu durumda, eğer insanlar değişik şekillerde hareket etmeyi tercih ederlerse: örneğin, insanlar belirli bir ölçüde diğer insanlarla mal ve hizmet alışverişi yaparlar veya onlara bir şeyler verirlerse yüklenme sona erer. Bir modeli sürdürmek için, ya insanların kaynaklarını istedikleri gibi aktarmalarına son verilmesi engellenmeli ya da sürekli olarak (veya belirli aralıklarla) kimi kişilerin başkalarına bazı nedenleri tercih ederek kaynak aktarmasına müdahale edilmelidir (Nozick 1974, 163). Ancak bu itirazında, temel bir itiraz olarak, Nozick, bazı kendi ince yanlış beyanlarının etkisine dayanır. Nozick’in savunduğu tarz içinde, Rawls’un teorisinde desteklediği devlet insanlara sürekli olarak müdahale etmez. Büyük bir fark vardır ve Nozick, hukukun üstünlüğü altında, yapısal idealin vergi politikasını ve devletin insanlara bu vesileyle ortaya çıkan müdahalesine izin veren bir rejimi dayattığının kamusal olarak bilindiğini dikkatle görmezden gelir. Rawls, bu noktayı açıkça Nozick’e sert bir cevap vermeyi amaçlayacak şekilde ifade eder. Vergi ve kısıtlamaların hepsi ilke olarak önceden öngörülebilir ve mevcutlar, belirli düzeltmelerin yapılacağı bilinen koşullar altında elde edilebilir. Farklılık ilkesinin özel işlemlerle sürekli ve keyfi müdahaleyi içerdiği yönündeki itiraz, yanlış anlaşılmaya dayanmaktadır. (1977, 164) Nozick, Rawls’un vurguladığı farkı gerçekten tanır, ama retorik bir soruyla bundan hemen geri döner.  Ve ‘insanların başkalarının gönüllü olarak onlara aktardıkları kaynakları ne kadar süreyle tutabilecekleri konusunda bir süre  sınırlaması getirilecekse, insanlar neden bu kaynakları herhangi bir süre saklasınlar? Bunlar neden hemen kamulaştırılmaz?’ diye sorar. (Nozick 1974, 163) Ne var ki bu sorular yersizdir. Rawls’un teorisi kapsamında sözleşmeciler toplumun kamusal düzenlemesine hizmet etmek için bir adalet anlayışı seçmişlerdir. Orijinal pozisyon içinde hiçbir tarafın, fırsat olarak ortaya çıktığında, mali baskınlar yapmasına izin verilen bir devlet beklentisine hoşlukla bakmayacağı açıktır. Gerek Rawls’a, gerekse Nozick’e ait teoriler liberal teorilerdir. Bu teoriler, iyi toplumun, birisinin özel olarak ortak amaçlar ve hedefler ile yönetmediği toplum olduğunu varsayarlar veya bunu ileri sürerler. Aksine, iyi toplum, insanların kendi ayrı amaçlarını, bireysel olarak veya gönüllü birliktelikleriyle izleyebilecekleri, hakların ya da özgürlüklerin veya ödevlerin bir çerçevesidir. İyi toplum hukuk tarafından düzenlenir ve doğru ilkelerle veya adalet ilkeleriyle yönetilir. Bu ilkeler keşfedilebilir ve kalıcıdır. Ve bunlar, yaşamın belirli bir yolunun doğruluğunu veya iyiliğini kendileri önceden varsaymayan ilkelerdir. Bu liberallerin, bazı hayat yollarının diğerlerinden iyi veya kötü olduğunu yadsıyan şüpheciler olduğunu ima etmez. Ancak onların hiç kimseyi tek bir iyi özel hayat anlayışına zorlayamayacağını vurgular.  Liberalizm, modern dünyayı karakterize eden çoğulculuğa verilen önemli bir felsefi cevap olarak görülebilir. İyi olanın çeşitli inançlara yönelik olarak rekabet ettiği modern toplumlarda, verili dinsel ve ahlaki değerlerin çoğalması göz önüne alındığında, bazıları, herkesi kapsayacak bir iyilik teorisinden yana umutsuzluğa düşmüşlerdir. Bunun liberal cevabı, mümkün olduğu kadar farklı yaşam biçimlerini hoşgörüyle savunmaktır. Bu cevap birkaç şekil almıştır. Faydacı yaklaşım, yarışan iddialar arasındaki çatışmaları çözmenin bir yolu olarak, memnuniyetin iyiliğinin ve arzu tatmininin yüksek düzenine gitmeye çalışmıştır. Öte yandan, çeşitli özgürlük filozofları, iyiyi, birincil sıradaki değerler hakkında itiraz edilebilir varsayımlar yapmayan bir şekilde tanımlamayı denerler: sadece negatif özgürlüğü savunurlar. Kant’ın ve Rawls’un felsefelerinde örneklenen üçüncü bir yaklaşım, hakkı bağımsız olarak tanımlamakta, iyiyi hep birlikte konuşmaktan kaçınmaya çalışmaktadır.