Kadınların fiziksel, psikolojik ya da ekonomik şiddet gördüğü ülkelerde sıklıkla kullanılan bir söylemdir “kadın hakları”. Erkekler tarafından, farklı türlerden şiddete uğrayan kadınlar ve bu durumdan rahatsız olan tüm toplum, “kadın hakları” kavramını şiddet dalgasına karşı bir kalkan olarak kullanmaktadır.

Bu yazı, “kadın hakları” kavramının alt başlıklarında ileri sürülen savlara veya bu kavramla korunmak istenen değerlere karşı bir görüş önermemektedir. Aksine, bu kavram altında korunmak istenen değerlerin, bizzat “kadın hakları” tamlamasıyla zarara uğradığı hususu ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Kadın hakları kavramı, kadınlara özgü ve özel birtakım hakların tanınmış olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Söz konusu bu izlenim, erkeklerin baskın yapısı karşısında, kadınların korunmaya değer varlıklar olduğu ve erkeklerden farklı, kendilerine özgü birtakım haklara sahip olması gerektiği sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Oysa modern insanın binlerce yıllık birikimleriyle ortaya çıkan insan hakları kavramı, cinsiyet ayırt etmeksizin herkesin aynı haklara sahip olduğunu düzenlemektedir.

O halde, kadın hakları tamlamasının bir kavram olarak nasıl ve ne şekilde zihinlerde yer bulduğu irdelenmeye muhtaçtır. Evvela, kadın ve erkeklere toplum içerisinde farklı roller izafe edilmesinin temellerine inmek gerekmektedir. Tarihsel süreçte kadınlar ve erkeklerin toplum içerisinde farklı görev ve roller üstlendiği bir gerçektir. Nitekim, avcı toplayıcı toplumlarda, kas yapıları nedeniyle vahşi doğada kadına nispeten daha avantajlı olan erkek cinsine avcılık, kadına ise toplayıcılık görevi kendiliğinden düşmüştür.

Söz konusu bu dönemin tamamen fiziksel güce dayalı, güçlünün güçsüze tahakkümünün vuku bulduğu bir doğa durumu mu olduğu, yoksa insanların barış içerisinde yaşadığı bir dönem mi olduğu konusunda Hobbes, Locke ve Rousseau başta olmak üzere birçok farklı düşünürün fikirleri mevcuttur. Fakat, güçlünün güçsüze tahakküm kurduğu bir doğa durumunun varlığının kabul edilmesi ihtimalinde dahi, cinsiyetler arasındaki ayrıma tamamen pragmatist bir kaygıyla ulaşıldığı sonucu rahatlıkla kabul edilebilmektedir. Nitekim, söz konusu bu dönemde, cinsiyetler arasındaki farklı rolleri; tabiata ve diğer insan gruplarına karşı hayatta kalmaya çalışan insanların iş birliği olarak tanımlamak mümkündür. Söz konusu bu dönem, kadına karşı tahakküm kuran erkeklerin dayatmasını değil, birbirlerine karşı tahakküm kuran insan gruplarını ve bu gruplar içerisinde kadın ve erkeklerin hayatta kalmak adına aldıkları pozisyonları içermektedir.

Nitekim, insanlığın yerleşik yaşama geçmesinden hemen sonra kadının toplumsal yaşam içerisindeki rolü, önceki dönemde erkeğin kadına karşı tahakkümünün olmadığının açık ispatıdır. Yerleşik hayata geçilmesinin ardından, farklı toplumlarda farklı tezahürler mevcut olsa da, kadına kutsiyet atfedilen bir çok farklı toplumun mevcudiyeti bilinmektedir. Özellikle Anadolu topraklarında bulunan ana tanrıça heykelleri, kadına ve kadının doğurganlık özelliğine büyük önem verildiğini ve hatta kadının bu mahiyeti ön plana alınarak ilahlaştırıldığını göstermektedir.

Bu noktaya kadar, insanoğlunun tarih sahnesine çıkmaya başladığı anda hayatta kalma iç güdüsüyle iş birliği içerisinde olduğu, yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte ise yine bir başka temel içgüdü olan çoğalma güdüsünü kutsadığı ve bu bağlamda kadınların ilahlaştırıldığı sonuçlarına rahatlıkla ulaşılmıştır.

Peki bu andan sonra, kadınların sadece cinsiyetlerinden ötürü ikinci sınıf insan muamelesi görmesi ve toplumların ataerkil bir yapıya evrilmesi noktasına nasıl ve ne şekilde gelinmiştir?

MÜLKİYET VE BENCİL İNSAN

Yerleşik hayata geçen insanoğlu için, mülkiyet kavramının gelişimi hiç şüphesiz bir mihenk taşı olmuştur. Mülkiyet algısı gelişen insanoğlu; daha bencil ve çıkarcı bir karaktere bürünmüş, bunun en doğal sonucu, kas gücüne de sahip olan ve bencilleşen erkeklerin bencilliğini ilk kertede kadınlar üzerinde kullanması olmuştur. Tarım aletlerini, tarım ürünlerini ve hatta kara parçalarını sahiplenmeye başlayan insanoğlu, artık diğer hayvanları değil diğer insanları kendisine rakip görmeye başlamış ve aidiyet kavramını içselleştirmiştir. Bu durumda erkek cinsinin fiziksel olarak daha güçsüz gördüğü kadın üzerinde bu bencillik duygusunu tatmin etme fırsatı doğmuştur. Sadece birkaç bin yıl içerisinde, ana tanrıça heykelleri, yerini bereket tanrısı olarak bildiğimiz heykelciklere bırakmıştır. Bu durum bile erkek cinsinin bencilliğini, güce ve erkekliğine olan bakışını ortaya koymaktadır.

Bu andan itibaren kadın her daim ikincil bir yaratık olarak görülmüş, adeta erkeğin bir malı olarak tanımlanmıştır. Kayıtlı tarihle birlikte erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü örneklendirmek çok daha kolay hale gelmiştir. Örneğin; Erkek mumyaların kafa kemiklerinde %10 - %20 arası, kadın mumyalarda %30- %50 arası kırık bulunduğu, Eski Roma’da erkeklerin çeşitli sebeplerle kadınları cezalandırma, boşama ve öldürme haklarının olduğu ve hatta 16. Yüzyılda filozofların kadının insan olup olmadığını tartıştığını söylemek, durumun vahametini ortaya koymaktadır.

20. yüz yıla gelene kadar farklı toplumlarda, farklı nitelik ve özelliklere sahip olan cinsiyet ayrımcılığını hemen her yerde görmek mümkündür. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı ikinci Mahmut döneminde yapılmış olup, sadece erkekler ve hayvanların sayılması suretiyle nüfus sayımı yapılmıştır. Dünya’nın öteki ucunda, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1884 yılına kadar erkeğin eşini dövmesi yasal olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda henüz 130 yıl kadar önce erkeğin kadını hukuken dövebildiği bir Dünya’da yaşadığımızı söylemek mümkündür.

Ait olduğumuz toplumda, Tanzimat’la birlikte gelişen özgürleşme ve eğitim hareketleriyle kadın erkek eşitsizliği de eşitliğe doğru giden yolda evrilmeye başlamıştır. 19.yüzyılın sonlarına doğru “Hanımlara Mahsus Gazete” isimli yayın organı oldukça önem arz etmektedir. Kadın yazarların önemli katkıları olarak çıkan bu gazeteye ek olarak bir çok entelektüel erkek de kadın özgürleşmesinin gereği üzerinde durmuşlardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil, Namık Kemal bu konuda bayrak taşıyan önemli isimlerdir.

Devam eden dönemde ikinci meşrutiyet dönemi bazı tartışmalara yol açsa da, söz konusu bu dönemde bir çok kadın derneği kurulmuştur. İlk kadın derneklerinin daha çok hayır yapma amacıyla kurulmuş olduğu görülmektedir. İkinci meşrutiyetle ortaya çıkan önemli değişimlerden birisi de; ev içinde gerçekleşen eğitimden, kadınlar için de okulda eğitime geçilmiş olmasıdır. 1917 tarihli Hukuk-u Aile Kararnamesi üzerinde özel olarak durmak gerekir. Bu Kanun Hükmünde Kararname, İslam ülkelerinde hangi dinden olursa olsun herkesi kapsayan ilk standart belge olma özelliği göstermektedir. Bu kararname ile kadınlara boşanma ve poligamiye karşı bazı haklar tanınmakta, evlenmelerde her dinden tebaa için devletin kontrolü şart koşulmaktadır. Ancak yasa 1919 Haziranı’nda yürürlükten kaldırılmıştır.

Birinci Dünya Savaşının yarattığı ortam bütün dünya da olduğu gibi ülkemizde de kadınların geleneksel rollerinde zorunlu bir değişimi ortaya çıkarmıştır. Savaşın çok kısa bir sürede topyekün bir savaşa dönüşmesi, erkeklerin cepheye gitmesini, kalan alanlarda ve geri hizmetlerde ise kadın gücüne ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır. Gündelik hizmetlerin yanında askerlerin gereksinimlerini karşılamak için açılan yeni fabrikalarda kadın işçilerin istihdam edildiği görülmektedir.

Bütün bu tarihsel sürecin ve gerçekliğin karşısında, modern insanoğlu, insan hakları hukukunu geliştirmiş, bir çok farklı ayrımın yanı sıra cinsiyet ayrımının da kabul edilemez olduğunu ve tüm insanlar arasında eşitliğin mevcut olduğunu vurgulamıştır. Söz konusu bu vurguya rağmen, halen toplumda kadın hakları kavramı ve söz konusu bu kavramın kullanımı görülmektedir. İnsan hakları hukukunun mevcudiyetine rağmen, kadın hakları kavramına başvurulması ve söz konusu bu kavramın kullanılmaya devam edilmesi kabul edilemez niteliktedir.

MODERNLEŞEN DÜNYADA KADIN HAKLARI KAVRAMI

Arz edilen tüm bu tarihsel gelişim, haklı olarak kadınların ve kadın erkek eşitliğine inananların “kadın hakları” adındaki kavramı kalkan olarak kullanmalarına yol açmaktadır. Ancak burada atlanılan en önemli husus, özetlenen tarihsel süreçte ikinci sınıf insan muamelesi gören kadınların, insan hakları hukukunun gelişmesiyle hukuken ve sosyolojik olarak erkeklere eşit niteliğe sahip olmasıdır.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nun Paris'te yapılan 183. oturumunda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ikinci maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer bilumum mevzuatla insanların cinsiyet ayırt etmeksizin eşit olduğu tüm Dünya devletleri tarafından kabul edilmiş durumdadır.

Buna rağmen, tarihsel süreçteki ikincil niteliği ön plana taşıyan kadın hakları kavramının ön plana çıkartılması ve savunulması ise sakınca arz etmektedir. Nitekim, belli bir varlığa, belli bir gruba, belli bir niteliğe sahip insanlara hususi olarak hak tanınması, o grup insanın aslında aşağı nitelikte olduğunu ve bu nedenle söz konusu bu grup için özel nitelikli haklara ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmektedir.

Örneğin, kendi görüşümüzü yansıtmasa dahi, insanların daha üstün bir ırk olduğu anlayışından yola çıkılarak “hayvan hakları” kavramı geliştirilmiştir. Bu kavramın özü, aslında insan ırkının daha üstün nitelikte olduğuna ilişkin ön kabule göre, aşağı nitelikte olan hayvanlara bir kısım hakların izafe edilmesi ve aşağı nitelikte olan bu canlılara hak tanınmak suretiyle korunmaya çalışılmasıdır.

Benzer şekilde, aşağı nitelikte olduğu kabul edilen kölelerle ilgili olarak da, tarihsel süreçte köle hakları kavramı geliştirilmiştir.

Günümüzde halen reşit insanlara karşı, fiziksel olarak ve ayrıca zeka gücü olarak geri seviyede olduğu kabul edilen çocuklara ilişkin de çocuk hakları kavramı geliştirilmiştir.

Bütün bu örneklerde, fiili hayatta güçsüz olduğu, korunmaya muhtaç olduğu kabul edilen varlıklara özel haklar tanınarak söz konusu bu varlıkların güçlü zümreye karşı korunması gayesi güdülmüştür.

Benzer şekilde; günümüz özel hukukunda da, güçlü pozisyonda olan işverene karşı işçi hakları kavramı gelişmiş, yine güçlü konumda bulunan tacirlere karşı güçsüz konumda olan tüketicilere ilişkin de tüketici hakları kavramı geliştirilmiştir.

Görüldüğü üzere, belirli bir zümreye has, hususi nitelikte hak tanınması, söz konusu o zümrenin güçsüz olduğu ön kabulüne dayanmaktadır.

O halde kadın erkek eşitliğine inanan bireylerin “kadın hakları” kavramını kullanması, aslında kadınların güçsüz olduğunu ve korunmaya değer varlıklar olduğu ön kabulünü barındırmaktadır. Bu durumda, kadın erkek eşitliğine inanan insanların, kadın hakları kavramını değil, kadın erkek eşitliğini kendi içerisinde barındıran insan hakları kavramını kullanmaları gerekmektedir.

Hiç şüphesiz ki, kadın hakları kavramını kullanan kişiler, toplumda şiddet gören, eziyet edilen ve hatta öldürülen kadınlara karşı toplumsal bir refleks göstermektedir. Söz konusu bu durumu hiçbir modern insanın kabul etmesi elbette ki mümkün değildir. Ancak bu vahamete karşı, kadın hakları kavramının kullanılması, aslında kadının erkekten farklı bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Halbuki insan hakları, cinsiyet ayırt etmeksizin her insanın eşit olduğunu kabul etmektedir.

Erkek hakları diye bir kavram, hiçbir toplumda ve hiçbir zümrede zihinlerde yer bulan ve kabul gören bir kavram değildir. Nitekim, değinildiği üzere, aşağı nitelikte olduğu kabul gören zümreler için özel haklar izafe edildiğinden ve toplumların ataerkil yapıya sahip olmasından dolayı böyle bir kavrama hiç ihtiyaç duyulmamıştır. Kadın hakları kavramı ise, ataerkil yapıda büyüyen insanların, kadınları aslında farklı bir varlık, farklı bir tür ve özel haklar izafe edilmesi gereken varlıklar olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.

Kadın hakları kavramının kullanılması; kadın ve erkeğin farklı olduğunu vurgulamakta, hayvan hakları, çocuk hakları, köle hakları, işçi hakları, tüketici hakları gibi zayıf konumda bulunan zümrelere özel hak tanınması usulüne atıf yapmaktadır. Oysa, insan haklarına inanan her birey, kadın ve erkeğin tamamen eşit olduğunu kabul etmeli ve bu sebeple kadın ve erkeği birbirinden ayıran “kadın hakları” kavramını kullanmaktan kaçınmalıdır.

Kadın şiddetine ve kadınların ikinci sınıf insan muamelesi görmesine karşı, tamamen iyi niyetle savunulan bu kavram, kendi içerisinde ayrımı körüklemekte, kadınların erkeklerden farklı varlıklar olduğu kabulüne dayanmakta ve güçsüz konumda olanlara özel hak ihdas edilmesi anlamını içerisinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla erkeklerle tamamen eşit olan kadınlara karşı meydana gelen hukuka ve insanlığa aykırı eylemlere karşı, kadın hakları kavramının kullanılması her ne kadar iyi niyet ihtiva etse de, ataerkil yapının beyinlere kazıdığı anlayışın tezahürü olarak kabul edilmelidir.

Av. Onur ALTINKAN