Pekiyi, acaba adını sevgi koyduğumuz bu düşünceler bizim sanal bir gerçekliğimiz midir?

Doğa ve evren yasaları; bölmez, ayırt etmez ve koşulsuzdur. Onu bölen, kategorize eden ve koşullandıran insanın kendi düşünceleridir.

Fırtına ve Güneş, bir gün aralarında bahse girerler. Fırtına Güneş’e derki: “Şimdi öyle bir fırtına estireceğim ki, şu adamın üstüne attığı paltosunu savurup alacağım”. Güneş, fırtınanın bu iddialı sözlerini gülümseyerek karşılar. Çok geçmeden fırtına eser, gürler. O esip gürledikçe, adam paltosuna daha da sıkıca sarılır. Fırtınanın ardından Güneş kendini gösterir. Ortalık ışımış, sıcaklık artmıştır. Paltosuna sıkı sıkıya sarılan adam hava ısındıkça bu kez gönüllüce onu üzerinden çıkarır.

Bu kısa hikâyeye göre acaba Güneş bunu sevgiyle mi yapmıştır? Ya da fırtına kızgınlığı ile mi esmiştir? Elbette hayır. Çünkü Güneş kendi doğasında, fırtına kendi doğasında, insan ise kendi ihtiyacına göre tavır sergilemiştir.

Bir Zen Ustası der ki: “Sevmek; sizi yarın güldürecekse bugün ağlatmayı göze almaktır!”

Acaba sevgi; insanın arz, talep ve ihtiyaçlarına yönelik tatmin olma duygusunun bir tarifi olabilir mi? Nefret ise bunun tam zıttı olarak, istek ve arzularımızın karşılanmayışındaki duygu hali midir?

Sevgi; toplumsal olarak üretilmiş ve bunun üzerine oturtulmuş bir şartlanma halidir. Duyguların zihinde oluşturduğu bir algı yanılsamasıdır. İnsanı iyilik ve güzelliğe götüreceği düşünülen bu algı yanılsaması, en önemli toplumsal yanlışlarımızdan biridir. Çünkü doğada sevgi ya da nefret diye bir ayrım yoktur. Her şey olması gerektiği gibi olmaktadır.

Bize sevgi diye öğretilen duyu kökenli bu duygu; aslında gelişmemize, büyümemize ve olgunlaşmamıza mani olmaktadır. Sevgi, bizi dışımızdakilere bağımlı kılarken aynı zamanda bu bağımlılığımızla bizi tüketen bir beklenti halidir. Eş, çocuk, sevgili, kadın, erkek, arkadaş, akraba gibi hangi sıfatla olursa olsun hep bu beklentilerle beslenir dururuz. Oysa “Biz, kendimizi seviyor muyuz?” sorusu aklımıza dahi gelmez. O halde bu soruyu hiç değilse şimdi kendimize soralım; “Biz, kendimizi seviyor muyuz?” kendimize gerektiği gibi bakabilmekte miyiz?

İnsan kendisiyle, çevresiyle, doğayla ve eşyayla ilişki ve iletişim halindedir. Kendisiyle iletişim kuramayan biri, hiç kimse ve hiçbir şeyle de ilişki kuramayacaktır. Bu koşullar çerçevesinde kurduğunu düşündüğü ilişki ise dışsal bir ilişkidir. Kendi içsel dünyasında ilişkiyi kuramayan birinin şekilsel kalması kaçınılmazdır. Dolayısıyla öz, töz, cevheri ile tanışmayan ve onu açığa çıkartamayan biri, taşıdığı hazinesinin farkına varamayacağından adını sevgi koyduğu beklentilerini karşılamak üzere, avuç açıp dilenecektir.

Bir anne çocuğuna, “Eğer yaramazlık yaparsa sevilmeyeceğini” söyler ve çocuk bu sevgiyi kaybetmekten korkarak büyür. Okula giden çocuğunun çantasını taşıyan anne bunu çocuğuna duyduğu sevgi adına yaptığını söyler. Bir sevgili bulan genç ya da yaşlı, her fırsatta sevgilisine kendisini ne kadar çok sevip sevmediğini sorgular. Bir komşu, bir arkadaş, bir dost hep sevgiden bahseder. Sevgi, yaşanan tüm güzelliklerin kaynağı olarak görülür.

Eğer sevmek ve sevgi bu kadar önemliyse, bizi mutlu ve huzurlu edecekse, neden hala sevgisiz ve mutsuz yaşamaktayız? Neden biz sevgiyi kovaladıkça o bizden uzaklaşmaktadır?

Sevgi vermek midir, almak mıdır?

Yoksa sevmek, sahip olma duyumuzun bir uzantısı mıdır?

Bir anne, sevgisi adına çocuğunu bağrına basar. Onun her türlü zorluğuna yetişmeye çalışır. Ama çocuk bu sevgiden dolayı bir türlü mutlu olamaz. Bir kadın ve adam karşılıklı sevgilerini sorgulasalar da, bu sevgi onlar için tatminkâr değildir. Bir kimse ülkesini sevdiğini söylese de, bu sevgi geçim sıkıntısına mani değildir. Sevdiğimiz yiyecek ve içecekler bize zarar verebilmekte, hatta ölümümüze bile neden olabilmektedir.

Sevginin her şeyi çözeceği şartlanması da büyük bir yanılsamadır. Hoşgörü, görmezden gelme, iyi niyet gibi düşünceler temelinde sadece ertelemelerden ibarettir. Aslında kimse kendi içinde bunları hoş görmemiştir. Biriktirdiklerinin üzerine düşen son damla ise bu sevgiyi kocaman bir nefrete dönüştürecektir. Adını sevgi koyduğumuz şey çoklukla bencil düşüncelerimizin beklentisinden ibarettir.

Sevgi adı altında bize dayatılan bu kelime; dürüstlüğü zedelemiş, bazen tehdit, bazen şantaj olmuş, bazen ayağımızı yerden kesmiş, bazen da nefrete ve yıkımlara yataklık etmiştir.

Sevgi ve nefret, artı ve eksi kutuplar gibidir. Adına ister sevgi diyelim ister nefret, sonuç olarak biri diğeridir.

Kendimizi sevginin içinde görüyorsak nefretin de hemen yanı başımızda beklediğini ve birinde olduğumuzda mutlak diğerini yaşayacağımız gerçeğini unutmamak gerekmektedir. Şayet bu iki unsuru bir arada tutarak ilişkilendirebilirsek; o zaman bu durum bizi yeni bir anlayış ve kavrayışa taşıyacaktır.

İşte bu nokta artık ne sevgi ne de nefrettir. O, yalnızca kendisi ve gereken olacaktır ki, adı da “Evrensel Sevgi” dir.

Nimet Erenler Gülkökü

Sosyolog- Aile Danışmanı ve Araştırmacı Yazar