Başka bir araştırmada yazarlar “sivil ölümü” bireylerin temel insan ve yurttaş haklarından yoksun yaşamaları olarak tanımlamıştır.[4] Kökeni İngiliz Ortak Hukuku’na dayanan ve günümüzde geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş olan “sivil ölüm”, başka bir kaynakta; mahkûmiyete uğramış bir bireyin medeni, politik ve yasal haklarının tümüyle askıya alındığı hukuki bir statü olarak kabul edilmiştir.[5] “Sivil ölüm” statüsü verilen bireylerin (çoğunlukla müebbet hapisle cezalandırılan mahkûmlar) mülkiyet hakları, dava ehliyetleri ve yaşam sigortaları ellerinden alındığı ifade edilmiştir.[6]

Bu konuya ilişkin olarak yazar Kerem ALTIPARMAK da 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası uygulanan OHAL uygulamaları üzerinden bir değerlendirme yapmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenleyen Anayasa 13 maddesini dikkate alarak değerlendirme yapan yazar, temel hak ve özgürlüklerin sınırlarına dokunulmayacak şekilde sınırlandırılabileceğini hatırlatmaktadır. Yazara göre OHAL ile görevinden haksız bir şekilde ihraç edilen bir kişinin, ömür boyu tüm ekonomik ve sosyal haklarından ve bunun doğal sonucu olarak medeni haklarından mahrum bırakılmasının bu hakların özüne dokunduğunu ve bu nedenle sivil ölümün meydana geldiğini ifade etmiştir. Aynı zamanda bu hususun insan hakları açısından da kabul edilecek bir husus olmadığını belirtmiştir.[7]

Yazarın bu değerlendirmesine göre sivil ölüm, haksız bir şekilde, temel hak ve özgürlüklerin özünde dokunacak şekilde bir kişi hakkında ömür boyu tüm ekonomik ve sosyal haklarından ve bunun doğal sonucu olarak medeni haklarından mahrum bırakılması olarak kabul edildiği söylenebilir.

Bu tanımlara göre “sivil ölüm, başlangıçta bir kişinin biyolojik anlamda yaşıyor olsa da “hukuken ölü” kabul edilmesi olarak tanımlanabilir. İnsan, sadece biyolojik anlamda yaşamakla gerçek anlamda yaşıyor kabul edilmez. İnsanın yaşamının, biyolojik yönü, psikolojik, sosyolojik, felsefi ve daha birçok yönü vardır. İnsanın bu özellikleri, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlarıdır.

Medeni ölüm, ayrıca insan onuruyla da bağlılığı olan bir kavramdır. Onur kavramı da yasal anlamada değil insani açıdan değerlendirilmesi gereken bir terimdir. Hukuki olarak da eşitlik ve özgürlük kavramları ile doğrudan bağlantılı olan onur; özgürlük ve eşitlik denklemi, insan onuruyla (haysiyetiyle) kurulabilir. İnsan onuru, özgürlüğün temeli ve eşitliğin ölçütüdür. Onur bu bağlamda mutlak bir değer ifade eder.[8]

Sivil ölüm konusu, İHAM kararlarında Türkiye aleyhine verilen özellikle askerlikle ilgili kararlarında karşımıza çıkmaktadır. İHAM’in vicdani ret konusunda, Türkiye’nin mahkûm edildiği birkaç tane kararı mevcut olup[9], sivil ölümü de bu kararlarda incelemeye almıştır. Ancak İHAM bu kararlarında sivil ölümü daha çok, İHAS’ın İşkence Yasağı başlıklı 3. maddesi ile incelemiştir.

İHAM önüne gelen bir başvuruda “başvuran aleyhinde sürdürülmüş olan çok sayıda cezai kovuşturma, bunların sonucunda giydiği hükümlerin birikmiş sonuçları, kovuşturma ve mahkûmiyetlerin birbirini sürekli olarak izlemesi ve kovuşturmaların ömür boyu devam etme ihtimali dikkate alındığında, bu yaptırımları askerlik hizmetinin yerine getirilmesi amacıyla orantısız olduğunu ifade etmiştir. Vicdani retçi bir kişinin askerlik görevinde iken bazı uygulamaların daha ziyade başvuranın düşünsel kişiliğini bastırmakta, başvuranda korku, sıkıntı, alçalma ve küçük düşmeyle birlikte hiçlik duygusu uyandırmakta, direncini ve isteğini kırdığını tespit etmiştir. Başvuranın gizlenerek yaşamaya hatta “medeni ölüm” olarak tabir edilebilecek bir yaşantıyı sürmeye zorlanması demokratik bir toplumdaki cezalandırma rejimine uygun olmayan bir uygulama olduğu sonucuna varmıştır.”[10]

Bunun dışında, ağır bir suçtan mahkûm olan bireyin medeni haklardan mahrum bırakılarak büyük ölçüde hukukun himayesi dışına çıkarılması uygulamaları, 20. yüzyılın sonlarında terk edilmeye başlanmıştır. İnsan haklarının korunması akımının güçlenmesine paralel olarak bütün mahkûmların nihayetinde topluma tekrar kazandırılabileceği anlayışı zamanla güç kazanmıştır. Bu gelişmeler özellikle mahkûmiyetin yan sonuçlarıyla ilgili iyileştirmelerin yolunu açmıştır.

Ülkemizde sivil ölümün yakın zamanda gerçekleşen en önemli örnekleri, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi sonrası, devlet kadrolarında görev alan memurlara yönelik yapılan uygulamalar gösterilebilir. Bilindiği üzere darbe girişimi sonrası OHAL ilan edilmiş, Temmuz 2018 tarihinde sonlanmıştır. Uygulama yaklaşık 2 yıl sürmüştür.

OHAL dönemi içerisinde yasa gereği bütün yetkiler Bakanlar Kuruluna devredilmektedir. Bakanlar Kurulu da içinde bulunulan OHAL uygulaması gereğince birçok Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yayınlamıştır. Bu KHK’larda binlerce devlet memuru gerekli yargılamalar yapılmadan, herhangi bir mahkeme kararı olmadan yayınlanan KHK’lar ile görevinden ihraç edilmişlerdir.

Burada gerçekleşen “sivil ölüm” uygulamaları Devlet kadrolarında çalışan memurların ihraç edilmeleri değil, ihraç nedeniyle maruz kaldıkları ve kalacakları uygulamalardır. Burada ihraçların haklılığı ya da haksızlığı kati surette tartışılmamaktadır. İhraç edilenlerin, ihraç sonrası maruz kalınan ve kalınacak uygulamalar nedeniyle meydana gelen netice incelemeye alınmıştır.

İhraç edilen kişilere yönelik olarak, resmi anlamda uygulanacak uygulamalar ilgili KHK’da açıkça ifade edilmiştir. Bu hususta birden fazla KHK yayınlanmıştır ve her yayınlanan KHK’da ihraç edilen kişilere yönelik uygulanacak tedbirlerin aynı yönde olduğu görülmektedir. Örnek olarak 695 sayılı KHK’nın ihraç sonrası, ihraç edilen memurlara ilişkin uygulanacak uygulamalar ile ilgili KHK’nın 2. maddesinde aşağıdaki şekilde yer verilmiştir. Bu içerik aynı zamanda ihraç listesi barındıran her KHK’da yer alan bir düzenlemedir.

“Birinci fıkra gereğince kamu görevinden çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, gemi adamlığına ilişkin belgeleri ve pilot lisansları iptal edilir ve bu kişiler oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından on beş gün içinde tahliye edilir. Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında bakanlıkları ve kurumlarınca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir. (3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları büyükelçi, vali gibi unvanları ve müsteşar, kaymakam ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.”

Devlet memuru olarak görev yapan ve ihraç edilen bu kişilere yönelik en önemli uygulama herhalde ilk cümlelerde geçen şu ifadelerde açıkça anlaşılmaktadır: “Birinci fıkra gereğince kamu görevinden çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler.” Görevinden ihraç edilen bu kişilerle ilgili olarak kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü aranmamakta, bu kişiler çalıştıkları konumdan ihraç edilip, bir daha ne doğrudan ne de dolaylı olarak kamu hizmetinde görev alamayacakları belirtilmiştir. Aynı zamanda memur olarak başka bir kurumda da görev alamayacaklardır.

KHK ile alınan bu kararlar sonrası ilgili kişilere devlet bünyesinde yapılacak bu uygulamalar bu şekliyle belirtilmiş olmakla birlikte, yapılan uygulamalar bunlarla sınırlı kalmamaktadır. İhraç edilen kişiler, yargılama yapılmadan açıkça terör örgütü üyesi yaftası yapıştırılıp, isimleri listeler halinde resmi gazetede yayınlanmaktadırlar. Bunun sonucunda işsiz kalan kişiler, hayatlarını idame ettirebilmeleri için başka herhangi bir işte çalışmak için iş aramaya başlarlar. Ancak zaten devlet kurumlarına başvuru yapamayan bu kişiler, özel kurumlardan da olumlu yanıtlar alamamaktadırlar. Bu durum, zaten yalnızlaştırılan ve ötekileştirilen bu kesimin çok daha fazla mağdur olmasına neden olmaktadır. Bu kişiler kendi hayatlarını ve bakmakla yükümlü oldukları ailelerinin hayatlarını uygun yaşam standartlarında devam ettirememektedirler. Bu sonuçlar, ihraç edilen kişide sosyal, psikolojik, felsefi ve daha birçok yönden yıkımlara neden olmaktadır. Bu durum, ihraç edilen bu kişilerin biyolojik anlamda yaşıyor olsa da medeni yönden ölümüne neden olmaktadır.

Günlük yaşamın pek çok alanının hükümet düzenlemelerine ve resmi gözetime tabi olduğu günümüzde statü kaybının etkileri eskiye göre daha tesirli olmaktadır. Kuşkusuz piyasa aktörlerinin sabıkalıları ve devletin “sakıncalı” diye belirlediği kişileri istihdam etmek istememesi anlaşılır bir husustur. Ancak hükümet gözetimine tabi sektörlerde, kamu projelerini yürüten yüklenicilerin yanında çalışma imkânının; güvenlik soruşturması, lisans ve ruhsat gerektiren işlerde istihdam edilme veya iş kurma fırsatının yasalarla yok edilmesi sivil ölüm olarak kabul edilebilir.

Devlet bekası, ulusal güvenlik gibi konular çok hassas ve derin düşünülerek hareket edilmesi gereken konular olmakla birlikte, vatandaşı sivil ölünme mahkum edecek uygulamaların sonlandırılması son derece önemlidir. Telafisi imkansız zararların doğduğu gerçeği de gözardı edilmemelidir. Aynı zamanda bu uygulamaların, uygulanan şahsın sadece kendisini değil aynı zamanda aile fertlerine de tesir ettiği görülmektedir. Bu uygulamaların sonlandırılması hukuk devleti ilkesi açısından da önem arz etmektedir.

Av. İrfan TÜNER 

---------------------------------

[1] BAŞKENT Can, “Vicdani Ret Yazıları” Federe Yayınları, İstanbul, 2010

[2] BAŞKENT, s. 48.

[3] ÜLKE-Türkiye Başvurusu, B.No: 39437/98, K.T: 24.01.2006.

[4] DOĞAN BAŞKIR Ünsal, ERDEM Erdinç, Sivil İtaatsizlik Eylemi olarak Türkiye’de Vicdani Ret: Bir Yurttaşlık Talebi, Sivil ve Toplum, 2012, N:124, s. 61-84.

[5] Ewald, C. Alec, 2002, “’Civil Death’: The Ideological Paradox of Criminal Disenfranchisement Law in the United States,” Wisconsin Law Review, Accepted Paper Series: 1045-1132, Harvard Law Review Association, 1937, “Civil Death Statutes. Medieval Fiction in a Modern World,” Harvard Law Review, Cilt: 50, No: 6: 968-977. (Aktaran: DOĞAN BAŞKIR Ünsal, ERDEM Erdinç, Sivil İtaatsizlik Eylemi olarak Türkiye’de Vicdani Ret: Bir Yurttaşlık Talebi, Sivil ve Toplum, 2012, N:124, s. 61-84.)

[6] Harvard Law Review Association, (Aktaran: DOĞAN BAŞKIR Ünsal, ERDEM Erdinç, s. 61-84.)

[7] https://m.bianet.org/bianet/siyaset/178496-ohal-khk-leri-sivil-olum-mu-demek (06.10.2019)

[8] İbrahim Ö. KABOĞLU, Anayasa Hukuku Dersleri, İstanbul, Legal Yayınları, 2009, s. 221.

[9] ÜLKE (39437/1998), ERÇEP (43965/2004), SAVDA (2458/2012)

[10] ÜLKE/Türkiye Kararı, B. No: 39437/1998, 24.01.2006