Bilindiği üzere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Gezi Parkı eylemleri davasında beraat eden ve hakkında tahliye kararı verilen Osman Kavala hakkında “15 Temmuz Darbe Girişimi Soruşturması” kapsamında yeniden gözaltı kararı verdi. Bu yolla tahliye kararının adeta önüne geçildi ve Kavala “Anayasal Düzeni Bozmaya Teşebbüs” suçlamasıyla tekrar gözaltına alındı.

Gündemi meşgul eden bu olay da bizlere gösteriyor ki; ülkemizde adalete, kişi hak ve özgürlüklerine yönelik tehditler artık ciddi boyutlara ulaşmıştır. Özellikle kamuoyunun ilgisini çeken soruşturma ve kovuşturmalarda izlenen usul ve yine yargılamalarda yapılan hatalar, bugün için bize tarihi dersler vermektedir.

Bir dönem Ergenekon Davası adı altında karşımıza çıkan ve 1982 Anayasası’nın 2. maddesi ile “hukuk devleti ilkesi”ni benimsemiş ülkemize hiç yakışmayacak, hukuk ve adaletten tamamen uzaklaşmış uygulama ve yaptırımlar, bugün Gezi Davası ve devamı sürecinde karşımıza çıkmakta, demokratik bir hukuk devletinde olmazsa olmaz olan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukukun üstünlüğü ve dürüst yargılanma ilkeleri adeta katledilmektedir.

Önemle belirtmeliyim ki; hiç kimse ve hiçbir kurum hukukun üstünde değildir. Herkes, hukuk kurallarına bağlı olmak ve bu kurallar gereğince hareket etmek zorundadır. Hangi yer ve makamda olursa olsun hukukçu, hukukun üstünlüğünü kabul etmek, önyargılı davranmamak, hukukun evrensel ilke ve esaslarına bağlı kalmak, kararlarını da maddi gerekçelere dayanmak suretiyle tarafsız bir şekilde vermek zorundadır. Hukuk devletinden beklenen eşitlik ve adalet ancak bu sayede korunabilir ve yine bu şekilde Anayasa m. 138 ile güvence altına alınan yargı bağımsızlığından bahsedilebilir. Bir suç şüphesi altında gözaltına alınan, yargılanan kişi ya da kişilere uygulanacak yaptırım, bu yetkiyi kullanan mercilerce somut, tutarlı gerekçeler gösterilerek uygulanmalı, hukuk ve ceza normları hiçe sayılmamalıdır.

1982 Anayasası m. 138/2 hükmü uyarınca; hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere müdahale edemez, hiç kimse mahkeme ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceği gibi genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde de bulunamaz. Yine Anayasa m. 9’a göre; yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Devlet ve devleti yönetenler dahil herkes mahkeme kararlarına uymak zorundadır.

Yargı makamlarının hiçbir kişi ya da kurumdan etkilenmeden, somut olayın özelliklerini dikkate alarak, bağımsız ve tarafsız şekilde karar vermeleri bir cesaret işi olmayıp, hukuk kurallarını uygulayan hâkimden beklenen, olağan bir durumdur. Bir hakimin ya da mahkemenin kısa sürede, doğru ve adil bir karar vermesi övülmesi gereken bir durum değildir, zira bu zaten kendisinden beklenen ve olması gerekendir. Asıl bunun tersinin olması eleştirilmesi ve hatta yerilmesi gereken bir durumdur. Maalesef yaşanan gelişmeler adalete ve hukuka olan inancı derinden sarsmış, birtakım soruşturmalar raflardan çıkartılarak Demokles’in Kılıcı gibi savrulmuş, tehdit aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Suç isnadı altında kalan kişinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2 maddesi hükmü ve 1982 Anayasası’nın 38. maddesinin 4. fıkrası gereğince “masumiyet/suçsuzluk karinesi” güvencesinden faydalanacağı, suçluluğu kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü ile sabit olmadıkça masum sayılacağı, ceza soruşturması ve kovuşturması sırasında 1982 Anayasası’nın 36. maddesinin 1. fıkrasında da yer alan “adil/dürüst yargılanma hakkı” ilkesinden kaynaklanan tüm haklara sahip olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.

Şüpheyi bertaraf edecek nitelikte sağlam delillerin sunulması, dürüst bir adalet sisteminden beklenen en önemli unsurlardan biridir. Ancak ne yazıkki uygulamada, birtakım varsayımlardan hareketle keyfi ve soyut suçlamalar yöneltilmekte, mahkeme kararları belirli kişi ya da kurumların onayına sunulmakta, yürütmenin yargıya müdahalesi özellikle kamuoyunun ilgisini çeken davalarda sıradan, alışılmış bir uygulama haline gelmekte, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, dürüst yargılanma hakkı, hukuk metinlerinde ve ceza normlarında düzenlendiği şekilde işlememektedir. Özellikle biz hukukçular hukuku yorumlarken hiçbir parti ya da siyasi görüşün etkisinde kalmamalı, sadece somut gerçekleri dayanak almalı ve bu gerçekleri yontup biçmeden hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde somut olayı değerlendirmeliyiz.

Osman Kavala hakkında beraat ile birlikte tahliye kararı verilmesinden sonra, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan yazılı açıklama ile hakkında ayrıca 15 Temmuz Darbe Girişimine ilişkin yapılan soruşturma kapsamında TCK m. 309 uyarınca yeni bir gözaltı kararı verilmesi, kanaatimizce tam olarak “Düşman Ceza Hukuku”nun hayata geçişi anlamına gelmektedir.

Doğrusu, bugün ceza muhakemesi hukukunun “gözaltı”, “tutuklama” vb. kurumları, uygulanması CMK’nın getirdiği belli şartlara tabi ve yargılamanın en önemli parçalarını oluşturan koruma tedbirlerdir. Ancak günümüzde bu tedbirler, Osman Kavala olayında da görüleceği üzere, hukukun içinde kalınarak ve hukukun gerektirdiği koşullarla değil; siyasi amaçlarla ve bu kimseler siyaseten “düşman” ve “muhalif” görüldükleri için uygulanmaktadır. Kişinin gerçekten o soruşturma dolayısıyla gözaltına alınması, ifadesinin alınması ve savcılığa sevk edilip edilmemesi amaçlanmamakta, ancak “Gezi Parkı” dosyasındaki beraat ve tahliye kararları işlevsizleştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece yalnızca bu tedbirlerin değil, soruşturma ve kovuşturmaya dair tüm ceza muhakemesi işlemlerinin içi boşaltılmaktadır. Zira bu türden kararlar ne yazık ki, hukuki değil siyasi emellerle alınmaktadır.

Hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı ya da soruşturma olmaksızın birtakım varsayımlardan ve zorlama isnatlardan hareketle gözaltı tedbirinin kişi/kişilere karşı bir silah olarak kullanılması, toplumun hukuka olan inancını ortadan kaldıracak, suçsuzluk/masumiyet karinesi altındaki kişilere yönelik keyfi uygulamaların önü açılacaktır. Bu durum emir ve talimat alınarak harekete geçilen, sonucu belli, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkelerinden uzak soruşturma ve yargılamaların esas olması anlamına gelir ki, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ortamda ne hukuk devletinden ne de demokrasiden söz edilemez.

Hukuk devleti ilkesi aldığınız nefes kadar önemlidir, zira hukuk devleti ilkesinin işletilmediği, hakimlerin bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ortamda, maruz bırakılacağınız uygulamalar aldığınız her nefesi sizin için bir zulüm haline getirebilir!

Murat Volkan Dülger

------------------------------------

* Avukat, Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı,