“Hapishanelerin gazetecilerle dolduğu 1995’e dönüyoruz. Her düşünce, ‘yargıyı etkilemeye teşebbüs’ olan 285. maddeye sokuluyor. Böyle dört bin dava var.”

“Dünyada, ‘hukuk yoluyla demokrasi’ akımı yaşanıyor. ‘Hukuku uygula, demokrasinin önünü aç’ diyor. Bizde ise hukuk, demokrasinin önünü kapıyor.”

“Anayasa Mahkemesi, Türkiye’yi ‘hukuk yoluyla darbe’ sürecine soktu. ‘Bu toplum kendi anayasasını yapamaz’ kararı aldı. Asıl hukuk sorunumuz, Anayasa Mahkemesi.”


NEDEN: ERGİN CİNMEN
“Gizli belge”, “kâğıt parçası” dedikleri evrakların neredeyse hepsi, iktidarını sürdürmek için kendi halkını fişleyen ve suç işleyerek kendi ülkesini istikrarsızlaştırmaya çalışan askeriyenin planları. Ergenekon soruşturması ilerledikçe, devletin o kadar çok “gizli belgesi” ortaya çıktı ki, acaba bizim devlet hiç mi normal yoldan çalışmadı, hiç mi toplumuna açıklayabileceği doğru dürüst bir iş yapmadı, hiç mi hukuka uygun plan, proje, belge hazırlamadı diye soruyor insan. Bu belgelerden biri de bizim gazetede Mehmet Baransu’nun yazdığı Genelkurmay’da hazırlanan ve gayrımüslimlere yönelik suikast projelerini içeren Kafes Planı’ydı. Böyle bir gizli belgeyi yayımladığı için adil yargılamayı etkilemeye teşebbüsten savcılığa çağırılan Baransu’nun dava dosyasından bile Genelkurmay’ın, Adalet Bakanı’na baskı yapan bir gizli belgesi çıktı. Biz de, devletin iyice ortaya çıkan hukuk dışı yüzünü, Türkiye’deki hukuk ve yargı sisteminin iyileştirilmesine yıllarını veren hukukçu Ergin Cinmen’le konuştuk. Ona, Genelkurmay ve Adalet Bakanlığı ilişkisini, bugünkü yüksek yargıyla ülkede hukukun düzeltilip düzeltilemeyeceğini ve hükümetin yargıyı iyileştirmek isteyip istemediğini konuştuk.


* * *

NEŞE DÜZEL: Mehmet Baransu’ya Kafes Planı nedeniyle açılan davanın dosyasında Genelkurmay’dan gelen bir yazı bulundu. Genelkurmay böyle bir yazıyı neden yazıyor? 


ERGİN CİNMEN: Otuz yıldır avukatım, ilk kez bu davada gördüm ben böyle bir şeyi. Genelkurmay¸ Kafes Planı türü haberlerin durdurulmasını, böyle gizli planlara ait belgelerin basında yayımlanmasını engellemek istiyor. Bu yüzden Adalet Bakanlığı’na bu yazıyı yazıyor.

Genelkurmay böyle bir yazı yazarak tam olarak ne yapmak istiyor? 


Yargıyı baskı altına almak istiyor. Adalet Bakanı’nın, savcılara ve yargıçlara bu konuda etkide bulunmasını ve medyada bu tür haberleri yapanlarla ilgili caydırıcı işlem yapılmasını talep ediyor. Üstelik Genelkurmay bu isteğini, Adalet Bakanlığı’na yazılı bir direktif gibi gönderiyor. Yani Genelkurmay, Adalet Bakanı’na, “bu tür haberlerin yayınını durdur” diyor. Bu yazının üzerine bir de “gizlidir” damgası vuruluyor.

Gizlidir damgası ne demek? 


“Bu yazıyı dosyaya koymayın” demektir bu. Ama Adalet Bakanlığı, askerin gizli talimatını dosyaya koyuyor. Genelkurmay’ın yargıyı, bu şekilde “yazıyla” etkilemek istemesi bir cahil cesaretidir.

Peki, Adalet Bakanlığı bu yazıyı neden dosyaya ekliyor? 


İki olasılık var. Ya dalgınlığa geldi, yazı dosyaya girdi. Ya da yazı bilinçli olarak dosyaya konuldu. Çünkü böyle bir yazı dosyaya girdiğinde bunu sadece savcı değil, yargıç da görüyor. Hem askeriye hem de Adalet Bakanlığı, sadece savcıyı değil, tarafsız ve bağımsız olması gereken yargıcı da etkilemek istiyor olabilirler. Eğer yazı dava dosyasına bilinçli konulduysa... Devletin Türkiye’yi “istikrarsızlaştırma” belgelerinin basına sızdırılmasını önlemek için zorlayıcı tedbirlerin uygulanması gerektiği konusunda Genelkurmay’la Adalet Bakanlığı fikir birliği içindeler demektir. Eğer Adalet Bakanlığı Genelkurmay’la hemfikir olmasa, bu yazıyı dosyaya eklemezdi.

Genelkurmay’ın yazısında bu tür davaların sanıklarının “caydırılması” için talimat veriliyor. Genelkurmay yargıya böyle bir talimat verebilir mi? 


Asla veremez. Bu talimat, düpedüz yargıyı etkileme anlamına gelir. Kimse, yargının nasıl işleyeceği konusunda Adalet Bakanlığı’na ve mahkemelere talimat veremez. Sanıkların caydırılması diye bir kavram hukukta yoktur. Aslında tuhaf bir durum ortaya çıktı. Kafes Planı’nı yayımladığı için adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmekten Mehmet Baransu yargılanıyor ama... Aslında bu somut olayda, Genelkurmay ve Adalet Bakanı adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ediyor.

Yargıyı etkilemek suç değil mi? 


Ceza Kanunu’muza göre bu, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası gerektiren bir suç. Bu suç, basın yoluyla işlenirse, cezası yarı oranında arttırılıyor. Adalet Bakanı, bu yazıyı dosyaya koyarak, adil yargılamayı etkilemeye çalışırken suçüstü yakalandı. Aslında bakanlığın böyle bir talimatı dava dosyasına koyması, hukuk sistemimizde, askerden, bu tür telkinlerin, tavsiyelerin, talimatların geldiğini ama bu talimatların bugüne dek dava dosyalarında somut olarak yer almadığını gösteriyor. Yoksa savcılar telefonla da şifahi olarak uyarılıyor olabilirler.

Sizin de söylediğiniz gibi, Genelkurmay’ın yazdığı bu yazı, yargı üstünde bir baskı yaratmak amacını güdüyor açıkça. Savcı ise bugüne dek rastlanılmamış biçimde Mehmet Baransu’nun tutuklanmasını talep ediyor. Savcı, Genelkurmay’ın talimatına uyuyor.


Tutuklamanın hiçbir koşulunun oluşmadığı bir olayda, savcının tutuklama istemiyle Baransu’yu mahkemeye sevk etmesi ve bu talebi reddedildikten sonra hâkimin kararına itiraz etmesi çok tuhaftı. Cezası bir yıldan üç yıla kadar olan suçlarda tutuklama görülmemiş bir olaydır. Üstelik de daha henüz ifade alınmışken ve iddianame hazırlanmamışken bunu yapmak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilktir.

Böyle bir talimatı yazdığı için Genelkurmay’ı, dosyaya koyduğu için de Adalet Bakanlığı’nı dava etmek mümkün müdür? 


Mümkün tabii.

Savcının tutuklama talebi hakkında ne düşünüyorsunuz?


Sicili ve terfii konusunda Adalet Bakanlığı’na hoş görünmek istiyor olabilir. “Madem zecri tedbir istediniz, ben de elimden gelenin en iyisini yaptım işte” diyor. Allahtan hâlâ yargıçlar var da, sevk edilen mahkemenin yargıcı tutuklama talebini reddetti.

Basın üstünde bir baskı kurmak ve Kafes Planı türünden belgelerin yayımlanmasını engellemek isteyen Genelkurmay’ın bu girişimi neden Adalet Bakanlığı’ndan bu kadar açık bir destek buluyor? Basını susturmak için siyasi iktidarla Genelkurmay arasında bir işbirliği mi var? 


Bu olay, işbirliğinin olduğunu açıkça gösteriyor.

Bundan sonra da bu tür tutuklama talepleriyle karşılaşacak mıyız? 

Eğer kamuoyu bu örneği suskunlukla geçiştirirse, bu tür tutuklama tehlikeleri sürer. Ben, bu tür telkin ve baskıların savcılardan sonra yargıçlara da sirayet etmesinden endişeliyim. Savcıları ve yargıçları denetleyen ve onlar hakkında rapor yazan Teftiş Kurulu, Adalet Bakanlığı’na bağlıdır. Yargıçlar da bu şekilde bir fiili baskı altındadır. Bu memlekette ne yazık ki hukuku uygulamak hâlâ kahramanlık istiyor, risk almayı gerektiriyor.

Şemdinli Savcısı’nı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etmişti. Baransu’nun tutuklanmasını talep eden savcı hakkında aynı kurulun harekete geçeceğini düşünüyor musunuz?


Geçmeyecek. Bir hukuk devletinde Baransu’nun tutuklanmasını talep eden savcı hakkında harekete geçilmesi gerekir ama... 
Bizim adalet bürokrasisinin bir bölümünde çifte standart mı var? 


Çifte standart değil bu. Bu ülkede tek bir standart var o da şu. Devletin korunması noktasına gelindiğinde, hukukun genel ilkelerinden, insanların hak ve özgürlüklerinden vazgeçilmesi. Yargıçlar kendilerini hukukun yargıcı olarak görmüyorlar. Yargıçlar kendilerini devleti ve mevcut sistemi korumakla görevli bir aygıt olarak görüyorlar. Anlayacağınız, adalet terazisini yargıçlar bozmuş durumda. Sonuçta, bizde yargı adalet dağıtmıyor.

Ne dağıtıyor? 


Bizde yargı adaletsizlik dağıtıyor. Zaten yıllar yılı Avrupa Birliği’nin dikkatini bizdeki Devlet Güvenlik Mahkemeleri çekmişti. Bu mahkemelerin adı bile AB’yi çok ürkütmüştü ve “Devleti korumakla yükümlü bir mahkeme olamaz. Bir hukuk sisteminde ancak vatandaşı korumakla yükümlü bir mahkeme olabilir” diye itiraz etmişti. AB’ye uyum sürecinde DGM’ler güya kaldırıldı. Aslında sadece adı değişti, tabelası “yetkisi genişletilmiş ağır ceza mahkemesi” oldu. Yoksa mahkemeler de, sistem de, yargıçları da aynı.

Bir yargı reformu gerekiyor mu? 


Gerekiyor tabii. Ama asıl reform zihinlerde olmalı. 2000’lerde AB’ye üyelik süreciyle birlikte pek çok eski yasa değiştirildi. Bugün yasaların yüzde doksanında sorun yok artık. Sorun yargının zihniyetinde. İstediğiniz kanun maddesini getirin, önünde sonunda hukuk kuralları genel kurallardır. Genel kuralların içini de insanlar, yani yargıçlar, hukukçular doldurur. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi düşünce özgürlüğü maddesinin içini içtihatlarıyla doldurdu. “Toplumun çok önemli bir bölümünü rahatsız eden ve hatta inciten düşüncelere bile toplum ve devlet tahammül etmeli” dedi. Sadece hakareti ve şiddet çağrısını bu özgürlüğün dışında tuttu.

Düşünce özgürlüğüyle ilgili Türkiye’deki durum nedir? 


Yargıçlarımızdaki hâkim uygulama AİHM’in düşünce özgürlüğü ilkesini uygulamamaktır. Bizde savcı ve yargıçların ancak yüzde 10’u kendini devleti korumakla görevli saymıyor. Bu yüzden yargıda zihniyet reformu yapmak şart. Bu da ancak eğitimle olur.

Yargıda birkaç kuşağın emekli olmasını mı bekleyeceğiz biz bu durumda? 


Evet... Bugün dünyada “hukuk yoluyla demokrasi” diye bir akım var. “Hukuku doğru dürüst uygula ve demokrasinin önünü aç” diyor bu akım. Bizde tam tersi oluyor. Hukuk, demokrasinin önünü kapıyor. Bizde demokrasinin önünü kesen başlıca kurum da Anayasa Mahkemesi. Hukuk sistemimizdeki en büyük sorun o. Türkiye, yargı reformu yapmadan asla yargısı bağımsız ve tarafsız olan demokratik bir hukuk devleti olamaz ve AB sürecinde ilerleyemez. Türkiye bugün 1995 yılına geri dönüyor. 

Hangi duruma geri dönüyor? 


1995’lerde hapishaneler gazetecilerle dolmuştu. Gene aynı şey deneniyor. Her türlü sözlü ve yazılı düşünceyi açıklamak, şimdi “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” denen 285. maddeye sokuluyor. Ülke çapında bu maddeden açılmış şu anda dört bini aşkın dava var. Eğer bu davalar mahkûmiyetle sonuçlanırsa...

Ergenekon’un ortaya çıkmasına gazeteci olarak büyük katkıda bulunan Şamil Tayyar’ın davası mahkûmiyetle sonuçlandı. 


Bu davaların hepsi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek. AİHM de Türkiye’yi düşünce özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûm edecek. Türkiye 1990-1997 yılları arasında insan haklarını sistemli olarak ihlal eden ülke statüsündeydi. 2000’lerde bu kategoriden çıktı. Şimdi bu davalarla Türkiye tekrar insan haklarını sistemli olarak ihlal eden ülke statüsüne dönecek.

Bu davalar ne zaman başladı? 


Ergenekon soruşturmasıyla başladı. Böylece kimse düşüncesini söyleyemeyecek, yazamayacak. Toplum, Ergenekon sürecinde susturulmak isteniyor. Medyaya, yazarlara, aydınlara otosansür uygulattırılıyor.

Bu ülkede yargı reformunun şart olduğunu söylediniz. Yargı bu reformu kendi içinden yapabilir mi? 


Şu anda yapamaz. Bu reformu yapmaya zihniyeti uygun değil. On yıl içinde, yargıçların böyle bir zihinsel dönüşüm geçireceklerini de sanmıyorum.

Peki, hükümet yargı reformu yapar mı? 


Hükümet böyle bir reformu yapar diye bekliyorduk ama tam tersi gelişmeler başladı. Başlangıçta yasalarda önemli düzeltmeler oldu. Gözaltında avukattan yararlanma hakkının getirilmesiyle birlikte, işkencede kalıcı bir düzelme sağlandı. Ama düşünce özgürlükleriyle ilgili hâlâ bir düzelme olmadı. Bu ülkede bir yargı reformunun olabilmesi için siyasi iktidarın çağdaş hukukun ilkelerini içselleştirmesi lazım. Yargıçlara ve savcılara, hukuka uygun davrandıklarında başlarına bir şey gelmeyeceğinin teminatı verildiği takdirde, yargıda zihniyet değişebilir ve reform yapılabilir. Genelkurmay’ın talimatlarını savcılara göndererek reform yapılmaz.

İktidar basın özgürlüğünü destekliyor mu yoksa engelliyor mu? 


Engelliyor. Baransu örneği de bunu gösteriyor. Bugün basınla ilgili savcıların hepsi her habere dava açıyor. Hükümet bunu da yeterli görmüyor, savcıları ve yargıçları rahat bırakmıyor. Dava dosyasına Genelkurmay’ın yazısını ekleyerek, “Daha zecri tedbirler al. Bunları daha da caydır” diyor.

Yargı sistemimizi düzeltebilecek miyiz? 


Türkiye gibi bir ülkede yargının düzelebilmesi için, önce siyasi iktidarın hukuk reformunu samimiyetle istemesi lazım. Bu ülkede sadece AKP değil, hiçbir hükümet yargı reformunu istemedi. Bugün Yargıtay’da 1,5 milyon civarında dava dosyası var. Yargıtay dediğiniz Ankara’da bir bina... Bu binada her yargıç yılda bin davaya bakıyor. Şu anda Türkiye’nin üç bin civarında yargıç açığı var...

Bu bilinçli bir tercih mi? 


Evet, bilinçli tabii. Yargıç kafasını dosyadan kaldıramayacak, hiçbir şeyi tartışamayacak hale getiriliyor ve böylece yargıç memurlaştırılıyor. Çünkü bürokratik iktidar da, siyasi iktidar da bağımsız ve tarafsız bir yargıdan, çağdaş hukuktan çekiniyor. AKP hükümeti herkese sağlık götürmeye çalışıyor ama adalet götürmeye çalışmıyor. Bütün hükümetler böyle davranıyor. Çünkü güçle hukuk arasında ters ilişki var. Hukuk güçlendikçe güçlünün iktidarı zayıflıyor. Çünkü hukuk vatandaşı güçlendiriyor. Siyasi ve bürokratik iktidarlar da vatandaşın güçlenmesini istemiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri bir hukuk ve adalet sorunu var bu ülkede.

Hukukçularımız sistemdeki hataların farkında mı? 


Farkındalar. Sirkeci Adliyesi’nde bir hâkim duruşmadan sonra bana, “Bir dakika Ergin bey” dedi, “siz kamuoyu önünde konuşuyorsunuz. Şu halimize bakın. İki mahkeme ekleyeceklerine iki mahkeme azalttılar.” Bunu söyleyen milyarlara hükmeden bir hâkim. Bana, “Baronuz ne yapıyor” diye sordu. “Peki, siz kendi sorunlarınızı iletemiyor musunuz?” dedim. “İletemiyoruz” dedi. Çünkü bir yargıç, başına tayin, terfi, sicil sorunu çıkar diye Adalet Bakanlığı’na hiçbir konuda itiraz edemiyor. Ben bir avukatım, hâkim benden medet umuyor. Aslında bizim barolar da aynıdır. Adalet Bakanlığı’nın birer bürosu gibidir.

Ergenekon davasında sanıkları destekleyen epeyce hukukçu var. Bu hukukçular darbe girişimlerine karşı çıkmıyorlar. Hukukçularımız arasında darbeci bir eğilim mi bulunuyor? 


Öyle tabii... Anayasa’nın 10. ve 40. maddesiyle ilgili bir değişiklik gitti Anayasa Mahkemesi’ne. Üniversiteye türbanla girilmesini sağlayan bu değişiklik, toplumda “türban kararı” olarak adlandırıldı. Anayasa Mahkemesi bu değişikliği yetkisi olmadığı halde iptal etti ve iptal ederken de çok önemli bir ilke koydu. Bu ülkede iktidarı “asli kurucu iktidar ve tali kurucu iktidar” diye ikiye ayırdı.

Anlamadım...


Anayasa Mahkemesi özetle şunu söyledi: “Toplumun belli dönemlerinde bir takım güçler mevcut hukuk düzeninde değişiklikler öngörebilir.” Darbeleri kastediyor... “Eğer bu darbelerde anayasa tümüyle değiştirilmişse, o anayasa gene ancak o iradeye bakılarak değiştirilebilir” diye de devam etti. Yani, “yeni anayasayı ancak kurucu iktidarlar yapabilir. Kurucu iktidarlar da darbecilerdir” dedi. Anayasa Mahkemesi’ne göre, ancak gelişmiş toplumlarda kurucu iktidarlar toplumun kendisi oluyor ve ancak gelişmiş bir toplum kendi anayasasını kendisi yapabiliyor. Anayasa Mahkemesi, “Bu ülkede toplum kendi anayasasını yapamaz” diyor.

Aman Tanrım... Bir toplumun kendi anayasasını yapabilecek kadar gelişip gelişmediğini kim tesbit edecek? Buna, “yüce yargı” mı karar verecek? Bir avuç yargıç mı karar verecek?


Evet. Sorun da bu zaten. Anayasa Mahkemesi, “bunu ancak ben tesbit edebilirim” diyor. Bugüne dek Türkiye’de gerçek siyasi irade askerdi. Şimdi bu irade el değiştirdi, Anayasa Mahkemesi’ne geçti. Anayasa Mahkemesi şimdi daha üstte konumlanarak, adeta askere, “sen eskiden darbe yapardın. Artık yapamıyorsun. Şimdi senin yerine darbeyi ben hukuk yoluyla yaparım” dedi. Anlayacağınız... 

Evet... 


Çağdaş dünya, “hukuk yoluyla demokrasi” derken, bizim Anayasa Mahkemesi Türkiye’yi “hukuk yoluyla darbe” sürecine soktu. Oysa toplum gelişiyor. Toplum gelişirken hukukun da bu gelişmeyi izlemesi şart ama Türkiye’de hayat böyle ilerlemiyor. Türkiye’de düşünce özgürlüğünün son derece budandığı bir sürece girildi gene. Bu kötüye gidiş, yasalardan değil, yargıçlardan kaynaklanıyor işte...