Lenin’in sanat ve edebiyat hakkındaki meşhur sözlerini¹ okuduğumda zihnimde şöyle bir görüntü canlandı: Bir dişlinin içinde dönen küçük ama hayati bir vida. Lenin, sanatın bireysel bir keyif ya da lüks değil, toplumsal bir görev olduğunu söylerken bir şeyi çok iyi anlamıştı: Sanat, gerçek bir dönüşümün sesi olduğunda, tarihin akışını değiştirebilecek bir güç haline gelir. Ülkemizdeki sanat camiasının ve süregelen kültürel iktidar tartışmalarının gündemimize dahil olduğu, bunların hukuka alemine yansımalarını yoğun bir biçimde hissettiğimiz şu günlerde böyle bir başlıkta fikir yürütmeyi sağlıklı buluyorum.
Lenin’in bu sözleri hukuk tarihindeki dönüm noktalarının sanatla ilişkisini ele alırken benim için sadece bir araçtan ibaret. Bu etkileşim her halükarda Albert Camus’nun “dünya aydınlık bir yer olsaydı sanat olmazdı!“ sözü kapsamında çerçevelenebilir. Zira var olanı düzenlemek ve var olanı aşmak insanlık tarihinin özeti gibidir ve tüm sanatkarlar ve düşünürler bu aks üzerinden incelenebilir.
Bu kapsamda sanat ve hukuk birbirlerinin yanında bir gölge gibi yürür diyebiliriz. Hukukun keskin sınırlarla çizdiği kuralları, sanatın sınırsız hayal gücü sorgular. Hukuk düzen ister; sanat ise bu düzenin içinde sıkışmış olan insani çığlıkları serbest bırakır. Sophokles’in Antigone’sinden günümüze kadar uzanan bu ilişki, insanlığın adalet arayışının en güçlü temsillerinden biri olarak karşımıza çıkar.
Antigone’nin Direnişi: Hukuka Karşı İnsan Vicdanı
Antigone’yi düşünün. Yasa, kardeşinin gömülmesini yasaklamıştır, ama Antigone vicdanını yasaların üzerinde tutar. Bu hikâye, belki de tarihin en eski hukuk eleştirilerinden biridir. Sophokles’in bu trajedisinde, kanunun soğuk yüzü ile insanın içsel adalet duygusu arasında keskin bir çatışma görürüz. Bu, yalnızca bir trajedi değil; aynı zamanda, hukuk ve sanatın nasıl iç içe geçtiğini gösteren bir manifestodur.
Antigone’yi okuyup da bugünkü dünyayı düşünmemek mümkün mü? Yasadışı yollarla göç eden mülteciler, sınır duvarlarının ötesine geçerken vicdanlarımızı sorgulatır. Hukuk, onların geçişini suç ilan eder, ama sanat—şiir, sinema, roman—onların hikâyelerini anlatır ve bizi düşünmeye zorlar. Antigone’nin yasaklara rağmen kardeşine sahip çıkması, bugün bir belgesel filmde bir annenin çocuğunu kurtarmak için verdiği mücadeleyle aynı yankıyı taşır. Akıl sahipleri akılları miktarınca bu yankıyı farklı frekanslara taşıyabilir ve popüler olanı sorgulamaya yarayan farklı sesler duyabilir.
Hukukun Eşikleri: Sanatla Gelen Devrim
Hukukun dönüm noktaları, yalnızca mahkeme kararları ya da parlamento oturumlarından ibaret değildir. Toplumun ruhuna dokunan her hukuki değişim, sanatı da peşinden sürükler. Örneğin, Amerikan İç Savaşı sırasında köleliğin kaldırılması. Bu, yalnızca hukuki bir düzenlemenin değil, aynı zamanda bir insanlık trajedisinin dönüm noktasıydı.
Harriet Beecher Stowe’un "Tom Amca’nın Kulübesi" adlı eseri, köleliğin kaldırılması için adeta bir katalizör görevi görmüştür. Bu roman, sadece bir hikâye değil; insanlığın yüzleşmesi gereken bir gerçekliğin aynasıydı. Stowe’un yazdığı karakterler, gerçek mahkeme salonlarında konuşulan hukuk metinlerinden daha etkili oldu. Kitabı okuyanlar, adaletin yalnızca bir yasa maddesiyle değil, insan vicdanıyla şekillenmesi gerektiğini hissetti. Lenin’in dediği gibi, sanat, toplumsal bir mekanizmanın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Sanatın Hukuka Karşı İsyanı
Sanat ve hukuk arasındaki ilişki, her zaman işbirliği içinde olmamıştır. Bazen sanat, hukuka karşı isyanın sesi olmuştur. Örneğin, Franz Kafka’nın "Dava" adlı romanını ele alalım. Josef K.’nın hiçbir suçlama olmadan yargılanması, hukukun bireyi nasıl ezen bir makineye dönüşebileceğini gösterir. Kafka, kendi çağının bürokrasisini eleştirirken, bugünün dünyasına da ışık tutuyor.
Adalet sisteminin insanları nasıl susturduğunu anlatan bu roman, belki de hukuk sistemine yönelik en sert eleştirilerden biridir. Ve bu eleştiri, sanatın en güçlü yanını gösterir: Kelimelerle, imgelerle, hikâyelerle hukukun sınırlarını zorlamak.
Sanat ve Hukukun Ortak Zemininde Adalet
Lenin’in sanatın bir dönüşüm aracı olduğuna dair sözleri, sadece devrimler için değil, bireysel haklar ve toplumsal adalet mücadelesi için de geçerlidir diyebiliriz. Bir yazarın kalemi ya da bir ressamın fırçası, bir mahkeme kararından daha geniş kitlelere ulaşabilir.
Bugün, sinema bu gücün en büyük örneklerinden biri haline gelmiştir. Ava DuVernay’ın belgeseli "13th", ABD’deki ceza adalet sisteminin köleliğin modern bir biçimi haline geldiğini çarpıcı bir şekilde anlatır. Bu belgesel, yalnızca hukuku değil, toplumun vicdanını sorgulamaya çağırır.
Sanat ve hukukun bu ortak zemininde, insanlık her zaman aynı soruyla yüzleşir: Adalet nedir ve kimler içindir?
Sonuç: Sanatın ve Hukukun Adalet Arayışı
Sanat ve hukuk, birbirine zıt gibi görünse de aynı arayışın farklı yollarıdır diyebiliriz. Yüzeysel bir bakış açısıyla biri düzeni sağlamak, diğeri bu düzenin sınırlarını sorgulamak için vardır denebilir. Lenin’in sanatın toplumsal davanın bir parçası olması gerektiği düşüncesi, hukuk ve sanat ilişkisini anlamak için güçlü bir başlangıç noktası olabilir.
Hukukun tarihindeki dönüm noktaları, sanatın gücüyle birleştiğinde yalnızca birer olay olmaktan çıkar; insanlık hikâyesinin bir parçası haline gelir. Ve bu hikâye, her seferinde bize şunu hatırlatır: Adalet, yalnızca yasalarla değil, insan ruhunun derinliklerinde bulunur.
1 : “…Edebiyat, proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanları! Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli ve bütün proletaryanın politik olarak bilinçli tüm öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük mekanizmanın ‘küçük bir çarkı ve vidası’ olmalıdır…”