Hastalıklar, tene giydirilen fakirlik elbiseleri gibidir. Biraz pörsümüştür biraz delinmiştir. Ama halen üstümüzde bir elbise vardır. Eski-püskü de olsa elbiselerin olmadığı hal ise galiba ölüm olsa gerek.
Yaklaşık yirmi gündür babamla beraber Cerrahpaşa’dayım. Yarın taburcu olmasının sevinciyle yazıyorum bu satırları. Başarılı bir kalp ameliyatı, yoğun bakım, servisteki günler. Gece çoğu zaman yanında kaldım ve hastane ortamını yaşadım. Çocukluğumda -hatırlamadığım günlerde- kalmışım hastanede. Ama bu sefer roller değişmişti. Bu sefer ben refakatçi rolündeydim.
Babam ameliyata girerken ister istemez Volkan Konak gibi düşündüm: ‘Cerrahpaşaya koydum-canumun yarusunu’.
 
Cerrahpaşa’da çok acı var. Çocuğunu babamla aynı gün ameliyathaneye gönderen genç bir kadının o soğukta yalınayak beklemekte iken inen gözyaşları mesela. Kötü haberleri veren evlatlar mesela. Telaşlı koşuşturmalar ve ölüm gibi bekleyişler bir de.
 
Cerrahpaşa’da galiba ben, hayatın ve ölümün tam ortasından geçtim. Babam sağlığına kavuşurken, iyileşirken yaraları, hemen yan odadaki amcanın vefatını, ağlamaları, beklemeleri gördüm. Dedim ya. Tam ortasındayım hayatla ölümün.
 
Kendimi düşündüm. Necip Fazıl’ın ‘bu benim kendi ölüm bu benim kendi ölüm-bana geldiği vakit böyle gelecek ölüm’ dediği gibi. Bir ölüm döşeğinde neleri isterdim acaba? Herhalde sadece sevdiklerimi, içime çektiğim son nefes gibi ellerini ve gözlerini isterdim o an.
 
O an, imkanım olsaydı neleri yapardım diye düşündüm. Kırdığım kalpleri onarırdım ilkin. Sonra üzdüklerimin gönlünü alırdım. Yaptığım hataları düzeltirdim. Biliyorum, bir film gibi geri sarılmıyor hayat. O son anı düşününce, aslında yeniden başlamanın vakti gibi geliyor insana. İşte Cerrahpaşa’da bu gün bu saat, yeniden niyetleniyorum iyi adam olmaya, er kişi olmaya...
 
Hastalık gelmeden önce sağlığın kıymetini bilin diyor ya Peygamberimiz. Peki nasıl bilinecek ki? Kendi adıma söylediğim şu: Daha çok iz bırakmamız gerek güzelliklerden ve sevgilerden... İyiliğe dair arkamızda çok hatıra kalmalı.
 
Sağlıklıysanız, yürüyebiliyorsanız, dizlerinizde güç, gözlerinizde fer varsa... İyi şeyler yapmak için ne duruyoruz ki...
 
Bir tebessümle başlasak mesela güne.
O her gün yanı başımızdan geçen sokakları süpüren adama kolaylıklar dilesek.
Bir merhaba desek otobüs şoförüne. Ya da bir hal hatır sorsak ekmek aldığımız bakkala. Hele en yakınımızdakileri sevindirsek önce.
 
Sonra herkesin acılarının olduğunu düşünsek yeniden... ve bir kez daha affetsek insanları.
Sonra hayata bir kez daha seslensek burdayız diye. Sonra bir dantela gibi işlesek hayatı, geriye bırakacağımız eserlerle.
 
Kalplerde taht kurmaya hazırlasak dünya tahtları yerine kendimizi.
 
Bu son gecede, Cerrahpaşa’da babam yatağında uyurken... Hastane tam gecenin beşiğine yatmışken... İstanbul, o kargaşadan ve gürültüden kurtarmışken kendini... Sessizlik çığlık çığlık büyürken dışarda... Ben kendimle konuşmaya bıraktım kendimi.
 
Bir babamın hızla iyileşen göğsündeki yaraları görüyorum, bir de ta içimde hatalarımla, yanlışlarımla benim açılan ve halen kanayan yaralarımı.
 
Babamı Cerrahpaşa’da kalp damar cerrahisinden yarın alacağım.
 
Düşünüyorum da kendimi mi yatırsam o boşalan yatağa? Sahi sarabilirler mi yaralarımı? İyileştirebilirler mi bu hastalıklı kalbimi?
Dediğinizi duyar gibi oluyorum: ‘Çıkmadık candan ümit kesilmez’.