I.1. Küresel Sumud Filosu’nun (GSF) Tanımı ve Misyonu

Küresel Sumud Filosu (Global Sumud Fleet – GSF), Gazze Şeridi’ne yönelik olarak 2007 yılından bu yana kesintisiz şekilde uygulanan kara, hava ve deniz ablukasını kırmayı ve bu ablukanın yol açtığı ağır insani krizi uluslararası kamuoyunun gündemine taşımayı amaçlayan, sivil toplum inisiyatifiyle organize edilmiş en geniş kapsamlı deniz misyonu olarak tarihe geçmiştir. Filo; İspanya’nın Barselona, İtalya’nın Cenova ve Fransa’nın Marsilya gibi Avrupa’nın önemli liman kentlerinden hareket eden 40 ila 50’yi aşkın gemiden oluşmakta, aralarında milletvekilleri, insan hakları savunucuları, hukukçular, gazeteciler, sağlık çalışanları ve çevre aktivistlerinin de bulunduğu, 44’ten fazla ülkeden yüzlerce gönüllü katılımcıyı bir araya getirmektedir. Katılımcılar arasında Greta Thunberg gibi küresel ölçekte tanınan sembol isimlerin bulunması, Küresel Sumud Filosu sadece bölgesel değil, küresel bir dayanışma hareketi niteliği taşıdığını göstermektedir.

Filo’nun misyonu, dar anlamda yalnızca insani yardım malzemelerini Gazze’ye ulaştırmakla sınırlı değildir. Asıl amaç, uluslararası toplumun dikkatini Filistin halkının maruz kaldığı ağır hak ihlallerine çekmek, ablukayı hukuk dışı bir uygulama olarak teşhir etmek ve devletler nezdinde diplomatik baskı oluşturmayı sağlamaktır. Bu yönüyle Küresel Sumud Filosu, insani yardım ulaştırma ile barışçıl direniş ve sivil itaatsizlik arasında hibrit bir yapıya sahiptir.

Küresel Sumud Filosu eylemi, daha önce Gazze’ye yardım götürmeye çalışan Mavi Marmara (2010), Hanzala ve Madleen gibi filolara yönelik uluslararası sularda gerçekleştirilen zorla müdahaleler ve el koyma örneklerinin ışığında gerçekleşmektedir. Özellikle Mavi Marmara olayı, İsrail güvenlik güçlerinin açık denizde operasyon düzenlemesi sonucunda 10 sivilin hayatını kaybetmesi ve onlarca kişinin yaralanmasıyla hafızalara kazınmış, uluslararası kamuoyunda derin yankılar uyandırmıştır. Bu tarihsel tecrübeler, Küresel Sumud Filosu katılımcılarının yüksek hukuki ve fiziksel riskleri bilerek üstlendiğini, olası bir müdahalenin ise uluslararası hukukun açık ihlallerine dair somut kanıt oluşturma potansiyeli taşıdığını ortaya koymaktadır.

İsrail makamları Filoyu “provokatif bir girişim” olarak nitelendirirken, katılımcılar eylemlerinin şiddet içermeyen barışçıl bir direniş olduğunu, insani zorunluluklardan kaynaklandığını ve uluslararası hukukun tanıdığı meşru haklara dayandığını vurgulamaktadır. Bu nedenle Küresel Sumud Filosu, yalnızca bir yardım konvoyu değil; aynı zamanda uluslararası toplumun sessizliğine karşı bir vicdani uyarı, ablukanın yarattığı insani felakete karşı küresel bir dayanışma sembolü niteliği taşımaktadır.

I.2. Uygulanacak Hukuki Çerçeve

Küresel Sumud Filosu’na uygulanacak hukuki çerçeve, birbiriyle kesişen ancak zaman zaman çatışan üç temel alan olan Uluslararası Deniz Hukuku (UNCLOS), Uluslararası İnsancıl Hukuk (UIH) ve Uluslararası İnsan Hakları Hukukundan oluşmaktadır: Bu üç alan, hem gemilerin uluslararası sulardaki statüsünü hem de sivillerin insani yardıma erişim hakkını düzenlediği için, Filo’nun hukuki değerlendirmesinde birlikte ele alınmak zorundadır.

Uluslararası Deniz Hukuku (UNCLOS, 1982), gemilerin bayrak devleti koruması altında seyrüsefer serbestisi hakkını garanti altına alır. UNCLOS’un temel ilkelerine göre, uluslararası sularda sivil gemilerin hareket özgürlüğü hiçbir devlet tarafından engellenemez. Bu bağlamda Küresel Sumud Filosu, farklı devletlerin bayrağını taşıyan ve resmi olarak kayıtlı sivil gemilerden oluştuğu için, uluslararası sularda seyir halindeyken seyrüsefer serbestisi ilkesinden doğan mutlak bir korumaya sahiptir.

Uluslararası İnsancıl Hukuk (UIH) ise, abluka ve silahlı çatışma koşullarında sivillerin korunmasını düzenleyen temel kurallar bütünüdür. 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve ek protokoller, sivillerin aç bırakılmasını mutlak surette yasaklamış ve taraf devletlere insani yardımın ulaştırılmasına izin verme yükümlülüğü yüklemiştir. Gazze’ye uygulanan ablukanın sivilleri hedef aldığı ve yaşam hakkını doğrudan tehlikeye soktuğu dikkate alındığında, Küresel Sumud Filosu ‘nun misyonu UIH kapsamında zorunlu insani yardım sağlama yükümlülüğünün doğrudan bir yansımasıdır.

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku ise, savaş veya barış zamanı ayrımı yapmaksızın bireylerin yaşam hakkı, sağlık hakkı ve insani yardıma erişim hakkı gibi temel haklarını korumaktadır. Gazze’deki abluka nedeniyle oluşan insani kriz, yalnızca çatışma hukuku değil aynı zamanda insan hakları hukuku bakımından da ağır ihlaller doğurmaktadır. Dolayısıyla Küresel Sumud Filosu ‘un hareketi, insan haklarının korunması amacıyla meşru bir girişim olarak da değerlendirilmektedir.

Küresel Sumud Filosu’nun hem UNCLOS tarafından korunan sivil ve tarafsız bir seyrüsefer eylemi hem de UIH kapsamında zorunlu insani yardım misyonu olarak nitelendirilmesi, Filo’ya yönelik hukuki korumayı iki katına çıkarmaktadır. Bu çifte statü, İsrail’in olası bir müdahalesini hem deniz hukuku hem de çatışma hukuku düzleminde aynı anda geçersiz kılmaktadır.

Zira uluslararası sularda gerçekleştirilecek bir müdahale, UNCLOS’un seyrüsefer serbestisini güvence altına alan temel hükümlerini açıkça ihlal edecektir. Diğer yandan abluka hukuku gerekçesiyle insani yardımın engellenmesi, Uluslararası İnsancıl Hukuk’un sivilleri aç bırakma yasağı ve zorunlu yardımların serbest bırakılması ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle Küresel Sumud Filosuna karşı yapılacak herhangi bir zorlayıcı eylem, yalnızca teknik bir hukuk ihlali değil, aynı zamanda uluslararası hukukun temel prensiplerinin ve ius cogens niteliğindeki normlarının ihlali anlamına gelecektir.

II. Uluslararası Deniz Hukuku (UNCLOS) Perspektifinde Seyrüsefer Serbestisi ve Müdahale Yetkisinin Sınırları

II.1. Deniz Yetki Alanlarının Hukuki Rejimi

1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), deniz yetki alanlarını ayrıntılı biçimde tanımlamış ve devletlerin bu alanlardaki haklarını ile yükümlülüklerini açıkça ortaya koymuştur. Bu düzenlemelere göre, bir devletin karasularında (12 deniz miline kadar) tam egemenliği bulunmaktadır. Bu egemenlik, ülke toprakları üzerindeki egemenlikle aynı nitelikte olup, yabancı gemiler ancak “zararsız geçiş” hakkından yararlanabilmektedir. Karasularının ötesinde yer alan bitişik bölgede (24 deniz miline kadar), kıyı devleti gümrük, maliye, göç ve sağlık düzenlemelerinin ihlalini önlemek amacıyla denetim yapabilir. Münhasır Ekonomik Bölge’de (MEB – 200 deniz miline kadar) ise devletin yalnızca doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi ve korunmasına ilişkin ekonomik hakları vardır; buna karşılık diğer devletlerin seyrüsefer ve uçuş serbestisi kısıtlanamaz. Yüksek denizler ise hiçbir devletin egemenliği altında bulunmayan, bütün devletlerin eşit şekilde yararlandığı ve seyrüsefer serbestisinin mutlak olarak geçerli olduğu alanlardır.

Küresel Sumud Filosu, Gazze kıyısına yaklaşırken genellikle 150 deniz mili (yaklaşık 278 km) mesafede seyretmektedir. Bu mesafe uluslararası sularda veya en fazla MEB sınırları içinde kalmaktadır. Dolayısıyla Filonun seyrüsefer hakkı, UNCLOS’un tanıdığı uluslararası seyrüsefer serbestisi ve barışçıl kullanım ilkeleri kapsamında güvence altındadır. İsrail’in olası müdahale iddiası, yalnızca karasuları için geçerli olabilecek egemenlik yetkisinin, uluslararası sulara keyfi biçimde genişletilmesi anlamına gelmektedir.

II.2. Bayrak Devleti Münhasır Yargı Yetkisi (Exclusive Flag State Jurisdiction)

UNCLOS’un en temel ilkelerinden biri bayrak devleti münhasır yargı yetkisidir. Bu ilkeye göre, yüksek denizlerde seyreden bir gemi yalnızca bayrağını taşıdığı devletin denetim ve yargı yetkisine tabidir. Başka bir devlet, bayrak devletinin açık rızası olmadan o gemiyi durduramaz, arayamaz veya ele geçiremez.

Uluslararası hukuk bu kurala yalnızca çok dar istisnalar tanımaktadır: korsanlık, köle ticareti, izinsiz radyo-yayın faaliyetleri ve bayraksız gemiler. Bunların dışında hiçbir devlet, uluslararası sularda seyrüsefer halindeki yabancı sivil gemilere müdahale etme hakkına sahip değildir.

Dolayısıyla Küresel Sumud Filosuna yapılacak her türlü müdahale (durdurma, arama, alıkoyma, ele geçirme), yalnızca bireysel katılımcıların haklarını ihlal etmekle kalmayacak; aynı zamanda gemilerin bağlı olduğu bayrak devletlerinin egemenlik haklarını da doğrudan ihlal edecektir. Küresel Sumud Filosu’nun 44’ten fazla ülkeden katılımcı ve gemi içermesi, olası bir müdahalenin tek taraflı bir askeri operasyon olmaktan çıkarak, çok taraflı ve devletlerarası bir ihtilafa dönüşme riskini artırmaktadır. Bu da İsrail’i uluslararası arenada ağır hukuki ve diplomatik sorumluluk altına sokacaktır.

II.3. Sivil Gemilere Yönelik Önleyici Faaliyetlerin Hukuka Aykırılığı

Uluslararası hukuka göre, çatışmalara doğrudan dahil olmayan ve sivil nitelik taşıyan gemiler tarafsız kabul edilir. Bu gemilere yönelik önleyici askeri faaliyetler, uluslararası sularda mutlak surette yasaktır. Küresel Sumud Filosu, silahlı bir örgüt ya da askeri bir oluşum değil; tamamen sivil toplum aktörlerinden, parlamenterlerden, hukukçulardan ve gönüllü aktivistlerden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu gemilere yapılacak her türlü müdahale, sivil statüye yönelik doğrudan bir saldırı anlamına gelir.

Nitekim 2025 yılında Hanzala ve Madleen gemilerine yapılan müdahalelerde, gemilerde hiçbir silah, askeri personel veya yasa dışı unsur bulunmamış; buna rağmen gemilere el konulmuş ve yolcular alıkonulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Madleen gemisine yapılan saldırıyı “seyir serbestisini ve deniz güvenliğini tehdit eden menfur bir eylem” olarak nitelendirmiş ve uluslararası hukuka aykırılığı açıkça vurgulamıştır.

III. Gazze Ablukasının Uluslararası İnsancıl Hukuk (UIH) Kriterleri Açısından Analizi

III.1. Ablukanın UIH Altındaki Şartları ve Kısıtlamaları

Gazze’de yaşanan silahlı çatışma, Uluslararası İnsancıl Hukuk (UIH) kurallarının uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. UIH’nın temel amacı, çatışmalar sırasında sivillerin korunmasını sağlamak ve onlara orantısız zarar verilmesini engellemektir. Bu çerçevede deniz ablukaları dahi insancıl kısıtlamalara tabidir. San Remo Deniz Silahlı Çatışmalar Kılavuzu, bir ablukayı ancak belirli koşullarla hukuka uygun kabul eder ve sivillerin açlığa mahkûm edilmesine yol açan, onların yaşam koşullarını aşırı derecede kötüleştiren veya orantısız acı çektiren ablukaları yasaklar.

Bunun yanında, ablukanın geçerli olabilmesi için bazı şartların yerine getirilmesi gerekir. Abluka etkin bir şekilde uygulanmalı, tarafsız devletlerin limanlarına erişimi tamamen engellememeli ve askeri hedeflerle sınırlı kalmalıdır. Sivillerin temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamasını imkânsız hale getiren bir abluka, uluslararası hukuka göre kolektif cezalandırma yasağına aykırıdır. Gazze’deki ablukanın bu şartlarla bağdaşmadığına dair çok sayıda uluslararası hukuk değerlendirmesi bulunmaktadır.

III.2. İşgalci Gücün İnsani Yardım Sağlama Yükümlülüğü

Uluslararası İnsancıl Hukuk, sivillerin aç bırakılmasını bir savaş yöntemi olarak kullanılmasını mutlak surette yasaklamaktadır. 1949 tarihli Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, işgal altındaki bölgelerde sivillere insanca muamele yapılmasını ve temel ihtiyaçların (gıda, su, ilaç, tıbbi malzeme) ulaştırılmasının engellenmemesini açıkça düzenlemiştir. Gazze’de son yıllarda yaşanan kıtlık ve açlık nedeniyle ölümlerin artması (raporlara göre en az 453 sivilin açlıktan hayatını kaybettiği belirtilmektedir), sivillerin aç bırakılmasının bir savaş yöntemi olarak kullanıldığına dair ciddi iddiaları güçlendirmektedir.

Bazı uluslararası insan hakları kuruluşları ve araştırmacılar, Gazze’de uygulanan ablukanın yalnızca UIH ihlali olarak değil, aynı zamanda soykırım suçu kapsamında da değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu yorum, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan “bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıyla yaşam koşullarının kasten ortadan kaldırılması” tanımıyla ilişkilendirilmektedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2720 ve 2728 sayılı kararları da bu noktada önemlidir. Bu kararlar, insani yardımların hızlı, engelsiz ve kesintisiz biçimde ulaştırılmasını öngören bağlayıcı düzenlemeler olup, abluka uygulayan tarafın yardımı engellemesinin doğrudan uluslararası hukuk ihlali anlamına geldiğini göstermektedir.

III.3. Abluka vs. İnsani Zorunluluk (Non-Derogable Obligation)

Uluslararası hukukta insani zorunluluk, her türlü askeri araç ve stratejiden daha üstün bir hukuki önceliğe sahiptir. Bu nedenle hiçbir abluka, sivillere orantısız zarar verilmesini veya insani yardımların engellenmesini meşrulaştıramaz. Hukukun temel prensibi, sivillerin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli insani yardımların öncelikli olarak sağlanmasıdır.

Küresel Sumud Filosu tam da bu noktada, mevcut ablukanın UIH’nın en temel hükümlerinden biri olan sivilleri aç bırakma yasağına aykırılığını uluslararası kamuoyuna görünür kılan fiili bir araç işlevi görmektedir. Eğer Filo zorla durdurulur, gemilere el konulur ve insani yardım malzemeleri ulaştırılamazsa, bu yalnızca bir müdahale olarak kalmayacak; aynı zamanda ablukanın sivillere yönelik kitlesel aç bırakma niyetini açığa çıkararak, zaten tartışmalı olan hukuki meşruiyetini tamamen ortadan kaldıracaktır.

UIH, insani yardım aktörlerine –yardım taşıyan gemilere, personeline ve malzemelere– özel bir koruma sağlamaktadır. Bu koruma, savaşan taraflara mağdurlara engelsiz erişim sağlama yükümlülüğü yükler. Dolayısıyla Küresel Sumud Filosu’nun engellenmesi, yalnızca seyrüsefer serbestisinin ihlali değil; aynı zamanda ertelenemez ve sınırlanamaz bir yükümlülüğün (non-derogable obligation) ihlali anlamına gelecektir.

IV. Uluslararası Sivil Filolara Müdahalenin Hukuki Zemini ve Meşruiyet Sorunu

IV.1. İsrail’in Meşru Müdafaa İddiası ve Hukuki Sınırları

Bir devletin uluslararası sularda güç kullanabilmesi, yalnızca iki kaynağa dayandırılabilir: Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa hakkı veya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin açık bir yetkilendirmesi. Bunların dışında kalan her türlü müdahale, uluslararası hukuk bakımından hukuka aykırı sayılmaktadır.

Meşru müdafaa hakkının kullanılması ise, örfi uluslararası hukukun geliştirdiği bazı katı kriterlere bağlıdır. Bunlar; zorunluluk, orantılılık ve ivedilik ilkeleridir. Özellikle literatürde Caroline Olayı ile şekillenen ölçüt, meşru müdafaanın ancak “kaçınılmaz, ani ve başka bir seçeneği olmayan” bir saldırı tehdidi karşısında kullanılabileceğini belirtir. Bu nedenle, “muhtemel tehlike”, “düşmanca tavır” ya da “belirsiz güvenlik riski” gibi muğlak ifadeler, sivil gemilere karşı güç kullanımını haklı gösteremez.

Küresel Sumud Filosu silahsız, sivil nitelikli ve insani yardım taşıyan gemilerden oluşmaktadır. Bu gerçek, Filoya karşı askeri güç kullanılmasını zorunluluk ve orantılılık ölçütleri açısından bütünüyle hükümsüz hale getirmektedir. Hukuki açıdan, böyle bir filo ne “silahlı saldırı” ne de “derhal bertaraf edilmesi gereken bir tehdit” olarak değerlendirilebilir. Aksine, yapılacak her türlü müdahale, uluslararası hukukta yasaklanmış gayrimeşru kuvvet kullanımı kapsamında değerlendirilecektir.

IV.2. “Terörle Mücadele” Gerekçesinin Hukuki Dayanaksızlığı

İsrail’in Küresel Sumud Filosu’nu “Hamas’a destek vermek” ile suçlaması ve girişimi “provokatif” olarak tanımlaması, uluslararası hukuk açısından temelsizdir. Çünkü uluslararası hukukta, en ağır suçlamalar dahi bayrak devletinin yargı yetkisini ortadan kaldırmaz. Bayrak devleti onayı olmadan uluslararası sularda sivil gemilere müdahale edilmesi, hiçbir şekilde meşru görülemez.

Eğer bir gemide ciddi suç işlendiğine dair makul bir şüphe varsa, bu iddia ancak geminin bayrağını taşıdığı devletin yetkili makamları tarafından soruşturulabilir. Bu kural, UNCLOS’un en temel ilkelerinden biridir. Dolayısıyla İsrail’in “terörle mücadele” argümanına dayanarak başka devletlerin bayraklarını taşıyan sivil gemilere müdahale etmesi, hukuki meşruiyetten bütünüyle yoksundur.

IV.3. Turkel Komisyonu’nun Tartışmalı Değerlendirmesi ve Uygulamadaki Yansımaları

2010 yılındaki Mavi Marmara hadisesinin ardından İsrail tarafından kurulan Turkel Komisyonu, Gazze’deki durumu “gayri-uluslararası silahlı çatışma” olarak nitelendirmiş ve bu bağlamda ablukanın örfi uluslararası hukuk uyarınca mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Bu yaklaşım, İsrail’in kendi uygulamalarına meşruiyet zemini kazandırma gayretinin bir örneği olarak değerlendirilmiştir.

Ne var ki, bu iddia geniş çapta eleştirilmiştir. Çünkü uluslararası hukuk, devlet dışı aktörlere dış desteğin kesilmesi gibi önlemlerin yalnızca karasuları içinde uygulanabileceğini, uluslararası sularda böyle bir yetkinin bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle Turkel Komisyonu’nun ileri sürdüğü “örfi kural” yorumu, uluslararası hukuk literatüründe karşılık bulmamıştır.

Meşru müdafaa hakkı bile sivil gemilere karşı genel bir abluka veya zorlayıcı arama faaliyetine izin vermezken, bu yoruma dayanarak sivillere yönelik geniş çaplı müdahalelerin meşrulaştırılmaya çalışılması, insancıl hukuk ve insan hakları hukukunun temel prensiplerine aykırıdır. Nitekim 2025 yılında Hanzala ve Madleen gemilerine yapılan müdahaleler, İsrail’in bu tartışmalı yorumunu uygulamada sürdürdüğünü ve bunu adeta bir devlet pratiği haline getirdiğini göstermektedir. Bu uygulama, sivillerin korunması ilkesini zayıflattığı gibi, uluslararası toplum nezdinde İsrail’in hukuki sorumluluğunu da ağırlaştırmaktadır.

İsrail’in Gazze açıklarında “aktif çatışma bölgesi” ilan ederek Küresel Sumud Filosunu bu bölgeye girmemesi yönünde uyarması da uluslararası hukuk bakımından geçerli değildir. Zira tek taraflı olarak ilan edilen bir çatışma bölgesi, UNCLOS’un seyrüsefer serbestisi ilkesini ortadan kaldıramaz. Böyle bir uygulama, uluslararası hukukun tanımadığı keyfi bir egemenlik iddiası olur. Abluka ve çatışma gerekçesiyle uluslararası sularda sivil gemilerin hareketlerinin engellenmesi, uluslararası hukukun hiçbir normunda dayanağı bulunmayan bir eylemdir.

V. Sonuç

Küresel Sumud Filosu’nun ortaya koyduğu insani yardım misyonu, uluslararası hukukun en temel iki alanı olan deniz hukuku ve insancıl hukuk bakımından özel bir kesişim noktasında yer almaktadır. Uluslararası sularda seyreden sivil ve silahsız gemilerin seyrüsefer hakkı UNCLOS tarafından açıkça güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla, Filo’ya yönelik herhangi bir askeri müdahale bayrak devletlerinin yargı yetkisini ihlal etmekte ve uluslararası hukukun temel prensiplerine aykırı düşmektedir. Aynı şekilde, Gazze’deki ağır insani kriz, devletlere yalnızca müdahaleden kaçınma değil, insani yardımın engelsiz biçimde ulaşmasını sağlama yönünde de açık bir yükümlülük yüklemektedir.

Meşru müdafaa veya terörle mücadele gibi gerekçeler, insani yardım taşıyan sivil gemilere karşı önleyici ve orantısız güç kullanımını meşru hale getiremez. Bu tür iddialar, uluslararası hukukun dar istisnalarını aşan, tek taraflı ve genişletici yorumlardan ibarettir. Gazze’de açlığın sivillere bir savaş yöntemi olarak dayatılması, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2720 ve 2728 sayılı kararlarının açık ihlali anlamına gelmektedir. Bu durum, yalnızca ablukanın hukuki meşruiyetini ortadan kaldırmakla kalmamakta; aynı zamanda uluslararası insancıl hukukun dokunulmaz kabul ettiği “sivilleri aç bırakma yasağı”nın ihlaline işaret etmektedir.

Bu nedenle devletlerin sorumluluğu, yalnızca müdahale etmemekle sınırlı değildir. Uluslararası hukuk, tüm devletlere insani yardım faaliyetlerini kolaylaştırma, destekleme ve engelleri kaldırma yönünde pozitif bir yükümlülük yüklemektedir. Küresel Sumud Filosu’nun durdurulması veya yardım malzemelerinin engellenmesi halinde ortaya çıkacak ihlallerin, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yargı mercileri nezdinde takip edilmesi zorunlu hale gelecektir. Aynı zamanda, diplomatik girişimlerle insani yardım filolarının dokunulmazlığını pekiştirmek ve hukuki korumayı güçlendirmek, uluslararası toplumun ortak görevi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sonuç itibarıyla, Gazze’ye yönelik insani yardım girişimlerine karşı yapılacak her türlü müdahale, yalnızca bir deniz hukuku veya insancıl hukuk meselesi değil; aynı zamanda uluslararası düzenin temelini oluşturan insan onuru, yaşam hakkı ve devletlerin ortak sorumluluğu ilkelerinin ihlali olacaktır. Bu bağlamda, uluslararası toplumun görevi, insani yardım faaliyetlerini desteklemek, engelleri kaldırmak ve sivillerin korunmasına yönelik yükümlülükleri tavizsiz şekilde yerine getirmektir.