Ceza yargılamasında maddi gerçeğe ulaşılabilmesi, ancak delillerin hukuka uygun biçimde toplanması ve bu delillerin her türlü şüpheden uzak bir şekilde değerlendirilmesiyle mümkündür. Bu kapsamda, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi, ceza muhakemesi hukukunun temel güvencelerinden biri olarak büyük önem taşımaktadır.

Ceza Muhakemesi Kanununda ve Yargıtay içtihatlarında sıkça vurgulanan bu ilke, masumiyet karinesinin doğal bir uzantısı niteliğindedir. İlkenin tam olarak anlaşılabilmesi için öncelikle “şüphe” kavramının ceza muhakemesi sistemi içindeki anlamı ve dereceleri üzerinde durmak gerekir.

ŞÜPHE NEDİR?

-Ceza muhakemesi sistemimizde şüphe kavramı, kademeli olarak düzenlenmiştir. Soruşturma aşamasından hüküm verilinceye kadar muhakemenin her aşamasında şüphenin derecesi önem arz etmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu şüpheyi; basit şüphe , kuvvetli şüphe, yeterli şüphe ve makul şüphe olmak üzere derecelendirmiştir. Delillerin değerlendirilmesi suretiyle şüphenin kuvvetlenmesi veya zayıflaması mümkün olduğundan her somut olayda şüphenin derecesinin buna göre belirlenmesi gerekmektedir. Şüpheden sanık yararlanır ilkesi Ceza Muhakemesi Kanunumuzda temel prensiplerden biri olarak düzenlenmiştir. Şöyle ki;

-Doktrinde “başlangıç şüphesi” olarak da adlandırılan “basit şüphe” soruşturma başlatılması noktasında yeterli görülürken Kanunda “makul şüphe”, adli arama tedbirlerinin uygulanabilmesi için belli bir derecede aranan şüphe yoğunluğunu ifade etmektedir. Soruşturma başlatılabilmesi amacıyla aranan basit şüphenin yoğunluğu arttığında artık yargılama neticesinde sanığın mahkum olma ihtimali, beraat etme ihtimaline oranla ağır basar duruma geliyorsa burada “yeterli şüphe” den bahsedilebilecektir. Eldeki delillerin değerlendirilmesi neticesinde sanığın mahkum olma ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğu noktada ise “kuvvetli şüphe” nin varlığından bahsedilecektir.

-Tüm bu bilgiler ışığında şüphenin varlığı veya yokluğu, var ise ceza yargılamasında soruşturma aşamasından hüküm verilinceye kadar muhakemenin her evresinde şüphenin derecesi, yargılamanın neticesini etkilemektedir.

ŞÜPHEDEN SANIK YARARLANIR İLKESİ

Latince’de “in dubio pro reo” olarak ifade edilen “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi temeli Roma hukukuna kadar uzanan ve modern ceza muhakemesinin temel güvencelerinden biri olarak kabul edilen bir ilkedir. Günümüzde bu ilke “masumiyet karinesi” ile bütünleşmiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasamızda da yerini almıştır.

- “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır” (AİHS m.6/3).

- “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” (1982 Anayasası m.38/4)

Olayın meydana geliş biçimi kesin belirlenemediği veya tam olarak aydınlatılamadığı durumlarda, şüpheler sanık aleyhine değerlendirilerek mahkûmiyet kararı verilemez. Toplanan deliller değerlendirildiğinde sanığın suçluluğu konusunda şüphe olduğu takdirde, hakkında beraat kararı verilmelidir. Geniş kapsamlı bir uygulama alanına sahip olan bu ilke, yalnızca bir fiilin gerçekten işlenip işlenmediği veya nasıl gerçekleştiği konusunda kuşku bulunması hâlinde değil, aynı zamanda fiilin suç olarak nitelendirilmesi bakımından da geçerliliğini korur. Ceza yargılamasında mahkûmiyet hükmü, delillerin yalnızca bir kısmına dayanılarak oluşturulmuş olası kanaatlere değil; tüm delillerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda elde edilen kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispatın, akla gelebilecek herhangi bir şüpheye ya da farklı bir olay akışına yer bırakmayacak derecede net olması gerekir.

YARGITAY UYGULAMALARINDA YER BULMASI

Yargıtay “şüpheden sanık yararlanır” ilkesini ceza yargılamasının en temel güvencelerinden biri olarak görür. Çok sayıda kararında; söz konusu ilkenin sanık lehine yorumlanması gerektiğini vurgular. Anayasamız ve Ceza Muhakemesi Kanunumuzda yer alan ilgili kanun maddelerine Yargıtay‘ın kararlarında değinildiğini görmekteyiz;

AY m.38 “...Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz."; CMK 223/2-e “(2) Beraat kararı; e) Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması, Hallerinde verilir.”

Bu yaklaşım doğrultusunda;

- Suçun sanık tarafından işlendiği her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delillerle ispatlanmadıkça mahkûmiyet kararı verilemez. Şüphe, sanık lehine değerlendirilmelidir.

- Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık ispata dayanmalı, bu ispat hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkan vermemelidir.

Amacı maddi gerçeğe ulaşmak olan Ceza Muhakemesi, ispat hukuku bakımından vicdani kanaat esasını benimser. Vicdani kanaate ulaşılması, isnat olunan fiilin ispatlandığı anlamına geldiğinden vicdani kanaat hukuki sorunla ilgili bir kavram değildir, maddi sorunla ilişkilidir. Dolayısıyla vicdani kanaate ulaşacak merci, maddi uyuşmazlığı çözmeye yetkili derece mahkemelerdir. Söz konusu Yargıtay kararında da bu durum “hukuki sorunun çözümünde vicdani kanaat ölçütü kullanılamaz. Çünkü; hukuki sorunun doğru çözümü, maddi olaya uygulanması gereken hukuk kurallarının doğru bulunması ve doğru yorumlanması ile ilgilidir.” olarak belirtilmiştir.

İncelenen YARGITAY CEZA GENEL KURULU 25/06/2025 TARİHLİ 2022/229 E. 2025/290 K. Sayılı kararda, 11.06.2013 tarihli ve 36-294 sayılı Yargıtay kararına atıfta bulunulmuştur. 36-294 sayılı kararda şüpheden sanık yararlanır ilkesinin maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak hususunda en önemli evrensel nitelikli ilkelerden olduğu vurgusu yapılmıştır. Ayrıca yargılama sürecinde ortaya çıkan her türlü şüphenin sanık lehine değerlendirilmesi gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Bir suçtan cezalandırılabilmenin temel şartı olarak suçun hiçbir şüpheye mahal vermeyecek kesinlikte ispat edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

İlk derece mahkemeleri tarafından akıl yolu ile vicdani kanaate ulaşılması doğrultusunda maddi olaya uygulanması gereken hukuk normunun doğru bulunması ve doğru yorumlanması, Yüksek Mahkemece sağlıklı bir hukuki denetimin gerçekleşmesinin ön koşuludur. Delillerle doğrudan temas kurmayan ve olay yargılaması yapamayan Yargıtay’ın, vicdani kanaat doğrultusunda varılan maddi vakıanın, mantık kurallarına uygunluğunun hukuki denetimini yapabileceği konusunda herhangi bir tereddüt yoktur.

Tüm bu açıklamalara ek olarak, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 25.06.2025 tarihli, 2022/229 Esas ve 2025/290 Karar sayılı ilamı ile Yargıtay’ın 11.06.2013 tarihli, 36-294 sayılı kararı birlikte değerlendirildiğinde, her iki kararda da benzer normatif yaklaşımın benimsendiği sonucuna ulaşılmaktadır. Yargıtay içtihatları incelendiğinde, masumiyet karinesinin bir uzantısı olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin, ceza yargılamasında evrensel nitelikli ve temel bir ilke olarak kabul edildiği açıkça görülmektedir. Şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereğince mahkûmiyet için gerekli kanaatin kuvvetli şüpheye değil, şüpheyi tamamen ortadan kaldıran kesin kanaate ulaşması gerekmektedir. Herhangi bir şüphe barındırmayan, kesin ve yeterli delillerin bulunması bu amaca hizmet etmektedir.

Yargıtay kararları ışığında “şüpheden sanık yararlanır ilkesi”ni tamamlayan bir diğer nokta “hayatın olağan akışına aykırı olmama” şeklinde ifade edilmiştir. Suçun işlendiğine yönelik şüphe, hayatın olağan akışı ve mantık kuralları ile örtüşmediği noktada mahkûmiyet hükmü verilemeyeceği gözetilmelidir. Sanığın cezalandırılabilmesi için maddi vakıanın şüpheye yer vermeyen, kesin bir delille ispatlanmış olması gerekmektedir. Kesin olmayan ve tam olarak aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanık aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulması şüpheden sanık yararlanır ilkesine aykırıdır.

İLK DERECE MAHKEMELERİNDE ŞÜPHEDEN SANIK YARARLANIR İLKESİNİN UYGULAMA ŞEKLİ

Şüpheden sanık yararlanır ilkesi, Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararları ve Yargıtay’ın tüm ceza dairelerinde uygulama yeri bulurken, maalesef ilk derece mahkemelerinde bu ilkeye pek de rağbet gösterilmemektedir. Uygulanması talep edildiğinde ise, kürsüdeki hâkimler bazen sitem dolu cümlelerle, “O zaman onlar gelsin yerimize versin” şeklinde yargıçlık vakarına yakışmayan ifadelerle karşılık vererek bu ilkeyi uygulamaktan imtina etmektedirler.

Peki, şüpheden sanık yararlanır ilkesinin ilk derece mahkemelerinde uygulanmıyor olması neticesinde avukat olarak nasıl davranmamız gerekir? İlk derece mahkemelerinin her aşamasında savunma yapılırken, ara kararlar oluşturulmadan önce, yazılı beyanlarda bulunulurken, son savunma verilirken muhakkak bu ilke titizlikle dile getirilmeli ve ilgili Yargıtay kararları dosyalara ibraz edilmelidir. İlk derece mahkemeleri bu ilkeyi uygulamasa dahi, istinaf veya Yargıtay aşamasında mutlaka “şüpheden sanık yararlanır” prensibinin koşulları dosya üzerinde titizlikle incelenir. Çünkü bu ilkeye yeterince vurgu yapılmış, üzerinde durulmuşsa üst mahkemelerce dikkate alınır.

Diğer yandan, ilk derece mahkemelerinde hâkimler genellikle sanıkla birebir temas hâlinde oldukları için çoğu zaman subjektif değerlendirmelerde bulunmakta; objektif ve denetlenebilir kriterlere göre kanaat oluşturmak yerine, kişisel algılarına dayalı bir kanaatle karar vermektedirler. Bu yaklaşımın arkasında ise çoğu zaman “karar Yargıtay’dan döner ama sanık bu süreçte cezaevinde kalır, en azından akıllanır” düşüncesi yatmaktadır. Yani kesin olarak suçu işlediği sabit olmasa da, tutukluluğun sürdürülmesi veya hükümle birlikte tutuklanma kararı verilmesi suretiyle sanığı terbiye etme felsefesiyle hareket edilmektedir.

Bu nedenle, ilk derece mahkemelerinde Roma hukukundan bu yana var olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin uygulamada pek yeri bulunmamaktadır. Avukatlar bazen bu tablo karşısında umutsuzluğa kapılarak bu ilkeyi anlatmakta zorlanmaktadır. Hâkimlerin de “biz bunları biliyoruz” diyerek savunmanın sözünü kesmeleri ya da müdahale etmeleri, savunma makamında motivasyon kaybına yol açmaktadır.

Oysa doğru olan; savunma makamını temsil eden avukatların, dosyada şüpheli bir durum mevcutsa ve suçun kesin olarak ispatı sağlanamamışsa, bu ilkeyi ısrarla dile getirmesidir. Maddi vakayı ne kadar açık ve aydınlığa kavuşturmak için çaba sarf ediliyorsa, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin uygulanması için de o kadar ısrarcı olunmalıdır. Uygulanmasa dahi, duruşma zabıtlarına bu talebin yansıması sağlanmalı; Yargıtay’ın belirlediği ilkeler dosyadaki olayla karşılaştırılarak olay özelinde uygulanabilirliği ortaya konulmalıdır. İlk derecede sonuç alınmasa dahi, sürecin sonunda üst yargı mercilerinde bu ısrarın karşılığı mutlaka alınacaktır.