Bu satırları; 55 yıl hukukun içinde hukuk için çırpınmış; bir hukuk öğrencisi ve yargıç stajyeri iken 1955-1960 arası güçlü yürütmenin yargıçları, savcıları nasıl sağa sola savurduğunu, bunun acılarını, yıkımlarını dehşetle izlemiş; 41 yılını devletin, yargının, adaletin hizmetinde tüketmiş; yargı kararlarını ve uygulamayı bilimin ışığında konuşmalarında, yazılarında, karşı oylarında sürekli gücü yettiğince sorgulamış, eleştirmiş; yargısal yaşamını gerilerde bırakmış bir eski yargı insanı ve bugün üniversitede hukuksal bilgisini ve deneyimlerini öğrencileriyle paylaşan biri olarak kaleme alıyorum.

Ve bütün sorumluların, aklına, sağduyusuna ve vicdanına, özellikle “devlet insanı” kimliklerine sesleniyorum.

Anayasalar, devleti, birlikte yaşama ve toplum düzenini kuran belgelerdir.

Büyük balıkların küçük balıkları yutmasına izin vermeyen, çoğunluğun, azınlığın, kısaca herkesin haklarını ve özgürlüklerini güvence altına alan anayasalar;  hukuk karşısında eşit ve bütün güçlere karşı özgür bireylerce korkusuzca, karşılıklı suçlamalardan ve dayatmalardan uzak, herkesin birbirini aydınlatarak olabildiğince geniş “ uzlaşma”yla kotarılan sözleşmelerdir.

Her şeyden önce şu soruyu açık yürekle sormalı ve dürüstçe yanıtlamalıyız: Akla, matematik ve hukuk bilimlerine aykırı yüksek barajlarla, sakat seçim yöntemleriyle ulusal iradenin ve temsilin tam yansımadığı bir parlamento bu geniş uzlaşmayı sağlayabilir mi?

Akıl, sağduyu, vicdanın buna yanıtı, bellidir: Hayır.

1982 Anayasası, Siyasal Partiler ve Seçim yasaları, hukuksal ve siyasal kavramların içini boşaltmış; toplum katmanlarını, partileri, hatta bireyleri birbirine düşürmüştür.

Bugün toplumsal kutuplaşma, dengeleri alt üste edecek noktadır.

Siyasette, parlamentoda, yolda, sokakta gerilimler, yer yer kavgalar yaşanıyor.

Siyaset, yasama ve yürütme; yargı tarafından kuşatıldığını ileri sürüyor. Yargı ise yıllardan beri yürütmenin kuşatması altında olduğunu söylüyor.

Kurumlar birbirine güvenmiyor. Güvenmek bir yana kamuoyu önünde eleştirmenin de ötesinde düpedüz birbirlerini suçluyor.

Lütfen kimse birilerini, özellikle meslek dayanışması gereğince yargıçları ve savcıları kayırdığımı, kolladığımı düşünmesin.

Bu, sığlık olur, kaba bir yanlış olur; böyle düşünenler kendilerini kandırırlar.

Yukarıda söyledim.

Yeri geldiğinde yargıyı kamuoyu önünde hep eleştirdim.

Zira yargının en yetkin biçimde işlemesi hepimizin ortak amacıdır. Kayırma, kollama kamusal yarar anlayışının düşmanıdır.

Yürütme, yasama, yargıyı düpedüz suçluyor:

 “Onlar, diyor, yanlıdırlar, çünkü siyasal güdüyle (saik) karar veriyorlar!”

Bu bir eleştiri değil; doğrudan suçlamadır. T. Ceza Yasasının temel hüküm olan 283. ya da yardımcı hüküm olan 257. maddelerinden birine giren bir suçtur.

Suçlayanın kanıtlanması gerekir. Kanıtlayamazsa, üç yanlışı birlikte yapmış olur.

Birincisi, yakıştırma suçudur.

İkincisi, doğaötesi alana girmiş olur. Çünkü insanların iç dünyalarını, güdülerini, amaçlarını sorgulamak ve bilmek olanaksızdır.

Bu nedenlerle insanlar ve de hukuk insanların iç dünyasıyla kural olarak uğraşamazlar.

Uğraşanı, “yetki aşımı” (excès de pouvoir) yaptırımı ile kınarlar.

Zira hukukta her yaptırım, özünde bir kınama yargısıdır.

Üçüncüsü, yargı üzerinden adalet değerini sarsmış, örselemiş olursunuz.

Özellikle gelecek kuşakları düşü

nen devlet insanlarının bu konuda çok duyarlı olmaları gerekir.

Bu suçlamanın yargı insanları açısından anlamı ise açıktır: “Ey yargıçlar, savcılar, sizler yargıçlık, savcılık yeterliliğinden yoksunsunuz. Yanlısınız, hukuka aykırı kararlar veriyorsunuz!”

Hiçbir yargıç, hiçbir savcı bu suçlamayı sindiremez.

Bu yıkıcı suçlamadan etkilenmeyen bir yargıç, savcı düşünebilir misiniz?

Hiçbir yargıç, savcı, konumu gereği, aynı pervasızlıkla bu suçlamalara yanıt da veremez.

Ama kimse bu yanıt verememeyi, acizlik olarak görmemeli, kötüye kullanmamalı.

Yargıçlar, savcılar, meslekleri gereği sürekli yalnız yaşamak ve çok duyarlı olmak zorundadırlar. Özellikle de yargıçlar.

Açın, Mecelle’yi okuyun.

Öğrenin, yargıçların nasıl yalnız yaşamak zorunda olduklarını.

Duyarlılığın boyutlarını öğrendikçe içinizin ezildiğini göreceksiniz.

Böylesine yalnızlığa mahkûm yargı insanlarının kendi alınyazılarıyla ilgili konularda deneyimlerini, düşüncelerini, demokrasinin gereği olarak özgürce sergilemelerini “siyaset yapıyorsunuz” diye tehdit kokan sözlerle yasaklamaya kalkışırsanız, doğruların bir kesimini göremezsiniz. Toplum dayitirir, sizler de yitirirsiniz.

Bu tür sözlerin kol gezdiği bir dönemdeyiz. Ortalık yangın yerine dönmüş. Kimse kimseyi dinlemiyor. En çok da dilsizler şamar yiyor.

Sağlıksız bir ortam, bu.

Önce bunu iyi görmeliyiz.

Kimsenin kimseye güvenmediği, birbirini dinlemediği, niyetlerin acımasızca sorgulandığı bir dönem, bu.  

Arada tartışılan izlek, konu kaynayıp gidiyor.

İnsanımıza, ülkemize yazık oluyor.

Kabul edelim ki, bu süreçte hepimiz yanlışlar yaptık.

Bunları yinelemenin, birbirimizi suçlamanın zamanı değil.      

Birleştiğimiz ortak bir payda var: 1982 Anayasası hukuk dizgemizden dışlanması.

Bu paydadan yola çıkmalıyız.  

Ama “Bu Anayasa gitsin de yerine ne gelirse gelsin, yenisi nasıl olsa bundan iyi olur” mantığıyla yola çıkarsak, yağmurdan kaçarken doluya tutulabiliriz.

“Siz istemeseniz de, biz bu değişiklikleri yaparız. Halkın da onayını alırız” derseniz, yanılgıları katlarsınız.

Anayasa yapmak ve değiştirmek, bilimsel bilinçle olur.

“Ben seni mat ederim” çocuksu yarışıyla olmaz.

Siyasallaşmış yargı!” suçlamalarıyla, önyargılarıyla, öç izlenimi uyandıran öfkelerle, kaygılarla yargıyı terbiye etmek, hizaya getirmek hiç olmaz.

Olursa çıkış noktası yanlış demektir.

Çağrım şudur: Parti kapatma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesi konularıyla ilgili üç önemli konuyu erteleyelim.

Karşılıklı suçlamaların cirit attığı, kurumların ve bireylerin birbirine güvenmediği, öfkelerin ve kişisel tutkuların aklın ve bilimin önüne geçtiği, bilim insanlarının bile “kişisel görüşüm, resmi görüşüm” ayrımına zorlandığı bir ortamda sağlıklı düzenlemeler yapılamaz.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ.  Star