Yeni yönetim sistemi konusunda ortak hareket eden 6 siyasi partinin 28 Şubat 2022 günü “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adlı Deklarasyonunun önemli başlıkları ve içerikleri bir kenara bırakıldı ve tartışma, Deklarasyonda neden “C. Yeni Bir Sistem Öneriyoruz” başlığı altında neden “1921 Anayasasının nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sonraki Anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” cümlesine yer verildiği, bununla amaçlananın ne olduğu ve 1924 Anayasası’na değinilmemesinin gerekçesinin ne olduğu üzerine odaklandı.

İlk bakışta; bu Deklarasyonun Anayasa Önerisi olmayıp, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında, yakında değişmiş yönetim sisteminin aksayan yönlerini, bu sistemin yerine güçlendirilmiş parlamenter sistemin temel esaslarının ortaya koyulmasından ibaret olduğu, bu nedenle de “Türk Milleti”, “Mustafa Kemal Atatürk”, “Anayasanın ilk 4 maddesi”, “1924 Anayasası” gibi kavramların Deklarasyonda yer almamasında olumsuz bir niyet veya eksiklik aranmaması gerektiği ileri sürülebilir. Gerçekten de Deklarasyonun 15. sahifesinde 1921, 1961 ve 1982 Anayasaları ile 16 Nisan 2017 tarihli Referanduma değinilmese idi, bu halde belki 1924 Anayasası’nın konu edilmemesi anlaşılabilirdi. Ancak 28 Şubat 2022 tarihli Deklarasyonun Önsözünde “Cumhuriyet tarihi” nitelemesi yapılmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin köklü Devlet ve Cumhuriyet tecrübesinden söz edilerek, “Yarının Türkiyesi” kavramı esas alınmışsa; bunun kim için düşünüldüğü, Türk Milleti için öngörüldüğü, Anayasanın ilk 4 maddesinin ülkenin temel taşlarından olduğu, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile Cumhuriyet’in niteliklerinin tavizsiz koruma göreceği Deklarasyonda açık ve net bir şekilde yer almalı, güçlendirilmiş parlamenter sistemin kodlarından ve kırmızı çizgilerinin varlığından tereddüt duyulmaması gerektiği açıkça ifade edilmeli idi.

Belki bu açıklamaya ihtiyaç olmadığı, zaten bu hususlarda tartışmanın da bulunmadığı iddia edilebilir ki, bu gerekçenin yeterli görülmeyeceği tartışmasızdır. Çünkü yapılan uzun bir çalışma ve hazırlık sürecinden sonra 6 siyasi partinin ittifakı ile açıklanan Deklarasyonda veya Manifestoda, yukarıda yer verdiğimiz kavramlar bulunmalı idi. Bundan dolayı tüm Deklarasyonun gözardı edilmesi mümkün müdür? Elbette değildir, ancak bu eksikliğin de genel geçer veya gayri ciddi bazı açıklamalarla savuşturulması veya buna mazeret üretilmesi kabul görmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti hiç kimseye ve hiçbir düşünceye veya menfaate yakınlaşmak veya deyim yerindeyse şirin gözükmek için, özünü ve kuruluş felsefesini oluşturan kıymetlerden ve niteliklerden vazgeçemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin hukuka ve demokrasiye mecbur olduğu, ülkenin bu değerler üzerinden yükseleceğinde şüphe bulunmasa da, bu değerler hiçbir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin özünden taviz vermesini gerekli kılmaz. Hiç kimse hukuku ve demokrasiyi bahane ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve Cumhuriyetin niteliklerinden vazgeçmesini beklememelidir ki, hukukun evrensel ilke ve esaslarına bağlılık ve onlara ulaşma gayreti de Türkiye Cumhuriyeti’nin var olmasını sağlayan bu değerlerin gözardı edilmesine gerekçe olamaz.

Bu tespit ve açıklama ışığında;

Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri bellidir, dili, bayrağı, yapısı, başkenti de bellidir. Tüm bunlar Anayasasında gösterilmiştir. Kurtuluş Savası sırasında, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan, o zamanın ahval ve şeraiti içinde hazırlanan 1921 Anayasası’na göndermede bulunarak Devleti dini, resmi dili, kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği, üniter yapı yerine federatif veya ne olduğu bilinmeyen ayrıcalık ve ayrılık temelli tartışmalar yersiz, gereksiz ve faydasızdır.

1921 Anayasası iki defa değişikliğe uğramış ve 1924 Anayasası ile de yürürlükten kalkmıştır. 1921 Anayasası’nın geçici olduğu, henüz kurulup ilan edilmemiş bir Devletin öncesinde işgal altında olsa da Osmanlı İmparatorluğu hayatta iken, sırf vatanın korunması milletin ve Devletin varlığı için gerek hukuki, gerekse de moral ve motivasyon açısından ihtiyaç duyulan bir Hükümet idaresine geçici olsa da kavuşabilmek amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kaleme alınan Anayasanın amacını, fonksiyonunu, nedenini ve gerekçelerini görmezden gelerek, en son 1937 yılında değişikliğe uğramış 1924 Anayasası’nda vücut bulan Cumhuriyetin niteliklerini bir kenara koymak doğru ve meşru değildir.

1921 Anayasası’nın Devletin dininin İslam, resmi dilinin Türkçe olduğu, kuvvetler birliği üzerinden gidileceği, şer’i hükümlerin geçerli olduğu ve “vilayet esaslı federatif yapı benzeri” bir yönetim sisteminin benimsendiği, 11. maddesinin ilk şekli uyarınca kanunların Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılıp her vilayet idaresinin kendi içerisinde tüzel kişiliğe sahip olarak sevk ve idarede bulunacağı, yasama ile yürütmenin ayrı olmadığı, “Meclis Hükümeti” esasının dolayısıyla yaşanan Kurtuluş Savaşı’nın etkisi ile kuvvetler birliğinin benimsendiği, Büyük Millet Meclisi’nin kendi içinden seçeceği yönetim kadrosu ile yürütme organı olarak görev yapacağı, böylece kanun çıkarmanın ve bunları uygulamanın bir elde toplandığı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine uygun olarak bağımsız ve tarafsız yargının ayrıca tanımlanmadığı, henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyeti döneminde Osmanlı İmparatorluğu varlığı altında şer’i hükümlerin tatbikine devam edileceği anlaşılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu öncesinde ve içinde bulunulan zor şartların aşılarak, Kurtuluş Savaşı’ndan başarı ile çıkılabilmesi maksadıyla hazırlanan 1921 Anayasası’nın özellikle “resmi dil”, “din”, “kuvvetler birliği”, en önemlisi de “federatiflik” veya “özerklik” içerdiği söylenen yapısından hareketle, bunun yanında “Türk Milleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti” ibarelerine yer vermeyen, bu nedenle daha kapsayıcı olduğundan bahisle, yürürlükte bulunan Anayasamızın ilk üç maddesinde öngörülen kırmızı çizgiler, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadığından ve daimi bir Anayasası da olmadığından, bu yönler görmezden gelinerek, bir coğrafi tanımlama olan “Türkiyelilik” kavramını da “Türk vatandaşlığı” yerine ikame ederek, bugüne kadar yaşanan tartışmaların Anayasa yoluyla ve dolayısıyla da pratikte son bulacağını düşünenler ve buna 1921 Anayasası’nın bir kısım hükmünü dayanak gösteren görüş, ya bilgi yoksunudur veya farklı bir niyeti taşımaktadır. Elbette zihniyet, buna bağlı niyet, maksat ve samimiyet önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile Cumhuriyetin nitelikleri belli iken, bu konuları tartışmaya açmak suretiyle yarar sağlanacağını veya yarar sağlayacağını düşünenler varsa, ciddi yanılgı içinde olduklarını söylemek isteriz.

Anayasa önemlidir ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direkleri yürürlükte olan Anayasanın ilk üç maddesinde öngörülmüştür, bunlar tartışmaya açılamaz. Bunların tartışmaya açıldığı yerde; siyasi ve coğrafi birlik, kimlik, nitelik, güvenlik ve buna bağlı hak ve hürriyetler sorunun yaşanacağı tartışmasızdır.

Esasen Türkiye Cumhuriyeti’nde meseleler Anayasa ve kanunlardan da kaynaklanmaz. Bizde yaşanan sorunların temeli zihniyet, uygulama ve çifte standarttır. Hak ve özgürlükler üzerinden konuyu tartışmaya açan görüşler; tartışmayı her nasılsa dile, dine, üniter yapıya ve buna bağlı yönetim şekline getirebilmektedir. Bunları samimi görmek ve tartışmaya açmak doğru değildir. 1921 Anayasası bizim Anayasamızdır, o dönemin şartları içinde kabul edilmiş ve “geçicilik” özelliğinin son bulduğu ve görevini tamamladığı aşamada yürüklükten kaldırılıp, yerine 29 Ekim 1923 tarihinde kurulup ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’ne ve kuruluş felsefesine uygun, son aşaması 1937 yılında tamamlanan 1924 Anayasası yürürlüğe koyulmuştur.