Beyinlerin dinlendiği saatlerdir 24 ile 0.5 arası. Yoğun yeğin bir uyku kuşatır, insanları.

Yıllar öncesi bu saatlerde yine bir mart ayıydı.

Bir çırpıda uyandık. Altı, yedi yaşlarındaki oğlum ökeliydi: “Neden yatağımı sallıyorsunuz?”

Sallayanın biz olmadığını, depremi ve ona karşı başvurulacak önlemleri, ilçedeki depreme dayanıklı binaları anlattık, oğluma.

O, böylesine hoyrat bir doğa olayıyla ilk kez tanışıyordu.

İnandı, rahatladı.

Yine bir mart ayıydı. 28 Mart 1970.

Gediz yerle bir oldu. Şiddeti 7.6’ydı.

Yerli kaynaklara göre 800, yabancı kaynaklara göre 1.086 can almıştı, 6 saniyelik deprem. 3.500 bina yıkılmıştı.

Daha sonraları da depremler oldu.

17 Ağustos 1999 Marmara depremi. 7.4 şiddetiyle nice canlar, binalar yok oldu.

Ama her deprem sonrası ne görüntüler değişir bu ülkede, ne neden, ne de suçlu ve hükümlü.

Ağıtlar toplumunda yaşanır. Görüntüler yürekleri dağlar: Kalkan cenazeler; gözü yaşlı hıçkıran insanlar; çocuklarının, annelerinin, babalarının, kardeşlerinin mezarı üzerine abanmış ağlayan Kekolar; aralarında yattığı annesi ile babaannesinin cansız bedenlerinin desteğiyle kurtulan Helinler, Aleynalar görünürler ekranlarda.

Belki de en talihlileri, bu acımasız yıkımlar dünyasını tanımadan anne karnında ölen bebeklerdir. 

Bir nedeni vardır, her depremin: Yoksulluk.

Bir de hükümlüsü: Gereçleri çürük evler, özellikle de kerpiç.

Bu arada yazılı ve görsel basında bilim insanlarının uyarıları gündeme gelir.

Yine geldi.

Peki, ne değişecek?

Hiçbir şey.

Gediz depreminden sonra “Adam Sanat” dergisinde bir yazı yazmış, Türk devletinin ve toplumunun doğada, yönetimde, her alanda sürekli bilimle çatıştığını, bilim insanlarını hep haklı çıkardığını dile getirmiştim.

Değişen bir şey olmadı. Olmuyor. Olmayacak da.

Düşünün. Tarih, en büyük depremleri yazıyor, bu topraklarda: Yıl 546, Hatay’da 500.000; 1939, Erzincan’da 33.000 insan ölmüş...

Bir toplumun belleği bu denli zayıf olabilir mi?

Hep aynı şeyler söylenmiş, yazılmış, uyarılar çığlıklara dönüşmüş: Türkiye, batıdan doğuya, kuzeyden güneye kırıklar, depremler ülkesi. Ders alalım. Felaket kapımızda!  

Ne değişmiş ki?!

Haber yanlış değilse Karayolları Genel Müdürü korkunç bir açıklama yapıyor, TBMM Deprem Araştırma Komisyonu önünde: Yapımından önce Bolu Dağı Tünelinin sismik araştırması yapılmamış.

Uzmanlar yeni depremler bekliyorlar, doğudan batıya.

Dünyanın en büyük kentlerinden İstanbul için tasarılar raflarda uyumakta.

İstanbul’un konutlarından 300.000’i gecekondu; %38’i yapım ve %67’si kullanma ruhsatsız; %70’i mühendis hizmetinden yoksun yapılmış; %50’si tasarıma aykırı; %22’si tasarımsız; %90’ında kullanılan gereçler ölçünsüz (standart dışı); %64’ü korozyon, %26’sı yıpranma ve %25’i çürük taban yüzünden tehlikeli; %65’i sigortasız deniyor.

Okulların sadece %8’i, hastanelerin %1’i güçlendirilmiş.

Peki, İstanbul sallandığında sonuç şimdiden belli değil mi?

Şili, üç metre batıya kaydı deniyor. Depremin şiddeti 8.8’di.

Karakoçan depremi aynı şiddette olsaydı kim bilir yitiklerimiz ne denli çok, yıkımlarımız ne denli kabarık olacaktı?

Ağıt yakarak, insanoğlunun yazgısına küserek doğayla başa çıkılmaz.

Bilimle başa çıkılır ancak.

Yönetimde de, devlet anlayışında da, hukukta da böyledir, bu.

Kolaycı çıkarsamalar ve yargılarla yetinmek, kendini aldatmaktır.

Daha şimdiden herkes suçluyu buldu ve hüküm kurdu bile: Kerpiç.

Ama bir bilim kadınız, Hititlerden kalma kerpici akladı: “Kerpiç binalar, ucuzdur, sağlıklıdır ve sağlamdır. Yeter ki, kuralına uygun yapılsın. Püskürtme yöntemiyle bir gün içinde bile bir bina yapılabilir.”

Bir de öngörü de bulundu: “Geleceğin bina yapım gereci, kerpiçtir.”

Gerçekten Türkiye’de halkının hizmetinde bir devlet varsa o devleti uyarmalıyız; ona var olma nedenini anımsatmalıyız.

Devletliğini bilsin diye, her alanda bilim ne diyorsa onu yapsın diye uyarmalıyız.

Hani şu “Çin’de bile olsa aradığımız”, “en gerçek yol gösterici” bilim var ya. Ona uysun devlet, eğer sahiden devletse.

Ne doğanın ne de bilimin şakası yoktur.

Tersi durumda iş işten geçmiş olur, ya kendinizi ağıtlar toplumunda yönetilirken bulursunuz ya da Sultan Cem gibi “Devletimdir, visâl-i yâr, amma/Bana yâr olmadı o devlet, ah!” diye inlersiniz.

Yahut da Ece Ayhan gibi durum saptaması yaparsınız: “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/Bir teneffüs daha yaşasaydı/Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/Devlet dersinde ölmüştür.”

Halkını çürük/kerpiç evlerde yaşamaya mahkûm eden bir devlet, Anayasanın 5. maddesini çiğnemiş demektir: “Devletin temel amaç ve görevleri, (...) kişilerin ve toplumun refahını (...) sağlamak; (...) sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan (...) ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları hazırlamaya çalışmaktır.”

Bu görevleri yeterince yerine getirseydi devlet, onca insanımız ölür müydü?

Otfried Höffe, kulağa hoş gelse de, “Bir şeytan halkının bile devlete gereksinmesi vardır” anlatımının bilimsel olmadığını söyler. Yazara göre insanlar artık şeytana inanmamaktadır.

Ancak anlatımın doğa ötesi bir anlam yüklü bulunduğunu, olası bir inancın kalıntısı olsa bile, dünyasallaştırılmış hiçbir toplumun bu düşünceyi benimseyecek oranda bön olmadığını; devletin, aklamayı düşündüğümüz bir kurumdan çok, ortadan kaldırmaya çalıştığımız ve bu nedenle de daha güçlü görünmesine yol açtığımız bir kurum olduğunu belirtir (Devlet Kuramı, derleyen: C. B. Akal, Ankara, 2005, s. 323 vd.).

Evet, devlet, bırakın insan toplumunu, şeytanlar toplumunun bile vazgeçemediği bir kurumdur. 

Çünkü devlet, insan içindir; insan, devlet için değil.

Ne insan devletsiz ne de devlet insansız var olabilir.

Esasen devlet, insan için olduğu sürece güvenilir ve güçlü olur.

Güçlü ve güvenilir devlet ise, bilimin ışığında her şeyi önceden gören ve önlemini alan devlettir.

Kim alacak önlemini?

Elbette devleti yönetenler.

Neye ve kimlere danışacaklar?

Elbette bilime ve doğruları korkusuzca yönetenlerin yüzüne karşı dile getirebilen bilim insanlarına.

Bu yüzden “İyi sultanlar (yöneticiler), bilim insanlarıyla düşüp kalkanlardır; iyi bilim insanları, sultanlarla (yöneticiler) düşüp kalkmayanlardır” (Nizamülmülk).

Yönetenlerle düşüp kalkan bilim insanları, onları uçuruma sürükleyebilirler.

Bilim insanlarıyla düşüp kalkmayan yöneticiler ise, ülkelerini sık sık yıkıma sürükler; hem kendilerini, hem de halkını masallarla aldatmayı sürdürmek zorunda kalırlar.

Star