I. Genel Olarak Muris Muvazaası
Muris muvazaası, TBK’nın 19. maddesinde düzenlenen bir nisbi (tam) muvazaa niteliğinde olup, mutlak muvazaanın aksine, gerçek iradelerine uygun olan sözleşme, başka bir sözleşme altına gizlenmektedir. Genelde muris ile karşı taraf, aralarındaki bağış sözleşmesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlerler. Genel muvazaada üçüncü kişiler aldatılmaktayken, muris muvazaasında ise amaç, mirasçıları aldatmak, onlara zarar vermektir. Hem gizli sözleşmede ve hem de görünürdeki sözleşmelerde amaç temliktir. Taraflar temlik konusunda anlaşmışlardır. Ancak görünürdeki sözleşme yasal kurallarına uygun yapılsa dahi, gizli sözleşme eğer yasal şekil kurallarına uygun yapılmazsa, gizli sözleşme yasal şekil kurallarına uygun olmadığından ve görünürdeki sözleşme ise muvazaalı olduğundan her ikisi de geçersizdir.
Muris muvazaasında mirasbırakan ile karşı taraf arasında yapılan muvazaa anlaşması mevcut olup, amaç mirasçıları aldatmak, mirasçılarından mal kaçırmaktır. Bu amaç ise görünürdeki sözleşme ile gerçekleştirilir. Asıl amaç gizli bağış olmasına rağmen görünürde bu işlemi satış sözleşmesi veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak gerçekleştirilir.
Mirasçının aldatılması yani mirasçıdan mal kaçırılması amaç edinildiğinden davacı mirasçı sözleşmenin tarafı olmadığından üçüncü kişi konumundadır. Aslında muris muvazaası ile zarar uğrayan kişidir. Çünkü miras payı azalmakta veya tamamen yok olmaktadır. Aşağıda ayrıntısı ile açıklanacağı üzere bu husus özellikle ispat açısından önemlidir.
“...Muris muvazaası, niteliği itibariyle 818 Sayılı Borçlar Kanunu (BK’nın 18. maddesinde düzenlenen bir nisbi (mevsuf -vasıflı) muvazaadır. Mevsuf muvazaada, yanlar, görünürdeki muvazaalı işlemin altında, hüküm ve sonuç yaratmasını istedikleri başka bir işlem yaparlar... Borçlar Kanunu’nun 18. ve Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddelerine göre, hukuki işlemlerde bildirimde bulunanın kullandığı sözlere bakılmayarak, objektif iyiniyet kuralları gereğince kendisine karşı bildirimde bulunulanın sözlerinden ne gibi bir anlam çıkarması gerekiyorsa, ona uygun yorum yapılmalıdır... Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini, genellikle satış veya ölünceye kadar bakma akdi ile gizlerler. Görünüşteki sözleşmenin vasfı, tamamen değiştirildiğinden muris muvazaası aynı zamanda tam muvazaa özelliği de taşır... Muris muvazaası ile taraf muvazaası arasında kasıt yönünden farklılık vardır. İlkinde, mirasçıları, diğerinde ise üçüncü kişileri aldatma ve zarar uğratma kastı vardır. Bu sebeple muris muvazaasında, murisin mirastan mal kaçırmak amacıyla hareket edip etmediği önemlidir. Bunun dışında mirasçıların kim olduğunun önemi yoktur.
Muris muvazaası, Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi dışında herhangi bir kanuni düzenlemeye tabi tutulmamıştır. Kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve ilmi görüşlerden almakta ise de esas dayanağını, 1.4.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır...”[1]
II. Muris Muvazaasına Dayalı Dava Hakkı
1. Genel Olarak
Yukarıda da anlatıldığı üzere dava miras hakkından kaynaklandığından davada davacı, mirasbırakanın muvazaa ile tapuda taşınmaz devri yaptığını ve bu yolla miras hakkının çiğnendiğini iddia eden saklı pay sahibi olsun veya olmasın tüm mirasçılardır. Zorunlu dava arkadaşlığı bulunmadığından her bir mirasçı diğerlerinden bağımsız olarak tek başlarına miras payı oranında dava açıp, payları kadar tapu kaydının iptali ile tescilini talep edebilirler. Yine evlatlık ve evlatlığın alt soyu, evlat edinene birinci zümre mirasçı olacaklarından diğer mirasçılar gibi murisin yaptığı işlemlerin muvazaalı olduğunu ileri sürerek muvazaa nedeniyle dava açma hakları vardır. Ancak ıskat (çıkarma), mirastan feragat, mirastan yoksunluk ve mirası ret gibi nedenlerle mirasçılık sıfatını kaybedenler saklı paylı mirasçı olsalar dahi muris muvazaasına dayalı tapu iptali-tescil ve bu nedene dayalı tazminat davasını açamazlar.
“…Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 01.04.1974 tarihli, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK) 237. (Borçlar Kanunu'nun (BK) 213.) ve Tapu Kanunu'nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler…”[2]
“...Bilindiği üzere; muris muvazaasına dayalı tapu iptali ve tescil davaları, mirasçılar tarafından açılabilir. Öte yandan, kamu düzenine ilişkin bulunan sicil tutma ilkesi gözetildiğinde hâkimin doğru sicil tutmakla yükümlü bulunduğu da tartışmasızdır.
Ne var ki, somut olayda, davacılar ...’ın, muris Asım'ın mirasçısı olduklarına dair iddialarını, mirasçılık sıfatlarını gösteren veraset ilamı ile kanıtlayabildiklerini söyleyebilme olanağı bulunmadığı gibi anılan davacıların murisin mirasçısı olmamaları halinde bu davayı açamayacakları da kuşkusuzdur.
Hal böyle olunca, davacılar ...’a, dosyada mevcut veraset belgesinin iptaline ve kendilerinin mirasçılık sıfatını gösterir hasımlı veraset ilamı almalarına ilişkin dava açmak üzere süre verilmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken...”[3]
“...Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı pay oranında tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir, ...Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/ 162 E, 2012/ 254 K. sayılı kararı ile, davacının vasiyetnamenin iptali davası açıldığı, vasiyetin içeriğinden anlaşıldığı üzere miras bırakanın, davacının mirastan ıskat edildiği, bu şekilde mirastan yararlanmasını istemediğine dair iradesini ortaya koyduğu, vasiyetnamesini bu şekilde, düzenlediği, yargılama sonucu Davanın ret edildiği, kararın kesinleştiği görülmüştür. Bu haliyle, davacının muris muvazaasına dayalı tapu iptal davası açma ehliyeti olmadığı anlaşıldığından davacının davasının dava şartı yokluğundan reddine karar vermek gerekmiştir...”[4]
2. Tapu Devrinden Sonra Mirasçı Olanlar Açısından Dava Hakkı
Dava açanın mirasbırakanca yapılan muvazaalı işlem tarihinde mirasçı olması zorunlu mu, yani muvazaalı işlem tarihinden sonra mirasçı olanlar, örneğin sonradan evlenen eş veya sonradan doğan çocuk gibi, mirasçı olmalarından önceki işlemler yönünden muris muvazaası nedenine dayalı iptal davası açabilirler mi sorusuna gelince;
Aşağıdaki Yargıtay kararlarına göre, mirasçının muris muvazaası nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteminde bulunabilmesi için mirasbırakanın temlikte bulunduğu tarihte mirasçısı olması şartı yoktur. Kişi daha sonra mirasçı olsa bile, kendisinin mirasçı olmasından önce mirasbırakanca gerçekleştirilen temliklerin muris muvazaası nedeniyle iptalini isteme hakkı vardır. Çünkü muvazaalı işlemle temlik edilen malın terekeye döndürülmesi için dava açıldığında muvazaalı işlem baştan itibaren geçersiz olacağından dava sonucu mal terekeye iade edilecektir. Yani mirasın açıldığı tarihte (mirasbırakanın ölüm tarihinde) mirasçı olmakla hak sahibi olunduğundan muvazaalı işlem tarihinde mirasçı olup olmamasının önemi yoktur.
“...Müeyyidesi mutlak butlan olan ve başlangıcından itibaren hükümsüzlük ifade eden işlem icazet (onay) ile ya da zaman geçmekle geçerlilik kazanamayacağına göre işlemden sonra mirasçılık sıfatını alan kişiler için geçerli hale gelemez. Bu tür işlemlerde temlike konu tapulu taşınmaz ya da taşınmazların mülkiyeti temlik yapılana şeklen nakledilmiş gözükse de, gerçekte miras bırakanın mal varlığından (terekesinden) çıkmış sayılamaz. Diğer bir anlatımla 1.4.1974 tarih ½ sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme kararının uygulanmasını zorunlu kılan işlemlerde miras bırakanla gerçekte kendisine bağış yapılan kişi, öğretide “kollusion” denilen hileli anlaşma yoluna başvurmak ta, bağışı satış gibi göstermektedirler. Bütün hukuk sistemlerinin benimsendiği temel ilke uyarınca hiç kimse kendi yaptığı hileli anlaşmadan ve haksızlıktan kısmen de olsa kendisi ne çıkar sağlayamaz (Nullus Commodum Capere Potest ex sus İnsuria propria). Öte yandan, mirasçılık sıfatı ölümle doğar (MK. 522). Miras açılınca mirasçılar onun tamamına sahip olurlar (MK. 539). Evlatlık ve füruu, kendisine evlat edinen kimseye; nesebi sahih füruu gibi mirasçı olurlar. (MK. 447). Öyle ise, olayda, 1.4.1974 tarih ½ sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulabileceği ve davacının da değinilen karara dayanarak dava açabileceği kabul edilmeli; işin esasının araştırılması suretiyle sonucu doğrultusunda bir hüküm kurulmalıdır...”[5]
“...mirasbırakanın muvazaalı temlikinden sonra evlat edindiği veya evlendiği kişinin yahut ana rahmine düşen çocuğun muris muvazaasına dayanarak tapulu taşınmazlar hakkında açtığı iptal ve tescil davalarında 1.4.1974 tarih ½ sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulacağı buna bağlı olarak somut olayda da davacının dava açabileceği kabul edilmeli...”[6]
“...Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 01.03.2000 tarih 2000/1-126 Esas, 2000/143 Karar ilamında da belirtildiği üzere, 1.4.1974 tarih ½ sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme kararında” bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malını gerçekte bağışlamak istediği halde, tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıkladığının gerçekleşmesi durumunda saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve gizlenen bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek açabilecekleri bu dava hakkının geçerli sözleşmeleri için düzenlenen Medeni Kanunun 565 ve 669. maddelerinin sağladığı haklara etkili olamayacağı öngörülmüştür. Gerek kararın gerekçesinden, gerekse bağlayıcı olan sonuç bölümünden böyle bir davanın temlikin yapıldığı tarihte mirasçılık sıfatını taşıyanların açabileceğini kabul etme olanağı yoktur. Aksine değinilen kararda belirli bir mirasçı veya mirasçılardan söz edilmeyip genel “mirasçı sözcüğü kullanılmak “miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar” denmek suretiyle temlik tarihinde mevcut ve sonradan ortaya çıkabilecek mirasçılar bakımından ayrım yapılmış değildir. Nitekim 22.05.1987 tarih 4/5 sayılı inançları birleştirme kararının sonuç bölümünde de “mirasbırakanın yaptığı temliki tasarruflardan zarar gören mirasçıların “dava açabilecekleri belirtilmiştir. O halde muvazaalı temlik tarihinde miras bırakanın başka bir mirasçısının bulunması, mirasçıdan mal kaçırma iradesinin oluşması için yeterlidir. Esasen muvazaalı temlikten bir veya bir kaç mirasçı değil, tüm mirasçıların zarar göreceği aşikârdır...
Hâl böyle olunca, muvazaalı temlik tarihinden sonra mirasçılık sıfatı kazanan mirasçıya muvazaa nedeniyle dava açmak hakkı tanınmaması izahı güç bir çelişki oluşturur, muvazaalı işlemlerin hüküm ve sonuçlarına ilişkin ilkelere, Türk Medeni Kanunu’nun açık hükümlerine, sözü edilen inançlar birleştirme kararlarına, Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarına ters bir sonuç doğurur. Öyle ise miras bırakanın muvazaalı temlikinden sonra evlât edindiği veya evlendiği kişinin yahut ana rahmine düşen çocuğunun muris muvazaasına dayanarak tapulu taşınmazlar hakkında açtığı iptal ve tescil davalarında 1.4.1974 tarih ½ sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulacağı...”[7]
“...Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Toplanan deliller ve dosya içeriğinden miras bırakan Sait’in 17.09.2010 tarihinde ölümü ile mirasçı olarak davacılar ile davalıların kaldığı, davacı Sema’nın murisin dördüncü eşi, Levent’in ise Sema’dan olma çocuğu, davalıların ise önceki evliliklerinden olma çocukları oldukları, çekişme konusu taşınmaz dava dışı Latif adına kayıtlı iken 27.11.1985 tarihinde satış yoluyla ½ payın muris ½ payın ise davalı Kemal tarafından edinildiği, murise ait ½ payın intifa hakkı muris üzerinde bırakılarak 14.12.1989 tarihinde 2.500.000.-TL bedel karşılığında davalı Kemal’e temlik edildiği, anlaşılmaktadır...
Öte yandan miras bırakanın muvazaalı temlikinden sonra evlat edindiği veyahut evlendiği kişinin ya da ana rahmine düşen çocuğun muris muvazaasına dayanarak tapulu taşınmazlar hakkında açtığı iptal tescil davalarında 01.04.1974 gün ve ½ sayılı İçtihatları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulacağı, buna bağlı olarak da dava açılabileceği kabul edilmektedir. Çünkü buradaki önemli husus, dava açan kişinin kendisinden değil, terekeden mal kaçırmak amacıyla temlik yapıldığını kanıtlamaktan ibarettir...”[8]
“...miras bırakanın 7 numaralı bağımsız bölümün çıplak mülkiyetini davalı Atilla'ya, 5 numaralı bağımsız bölümü davalı M.'ye, 9 numaralı bağımsız bölümü ise davalı A.'ye 28.12.1989 tarihinde satış suretiyle temlik ettiği görülmektedir. Temlik tarihi itibariyle miras bırakan İ.’in adı geçenler dışında başkaca bir mirasçısı bulunmamaktadır. Davacı E. M. İle temlik tarihinden sonra 06.06.1990 tarihinde evlenmiştir. Buna göre temlik tarihinde E.'nin, İ.’in mirasçısı olmadığı sabittir. Temlik tarihinde kendisine taşınmaz devredilen kişilerin dışında muris İsmail'in başkaca mirasçısı bulunmadığına, başka bir deyişle kendisinden mal kaçırma istenen mirasçı bulunmadığına, yaptığı temliklerin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu kabule olanak yoktur...”[9]
“...Medeni Kanunun değinilen açık hükümleri karşısında ve istikrar kazanmış Yargıtay İçtihatlarında murisin temliki işlemi yaptığı tarihteki çocukları ve bundan sonra ana rahmine düşen çocukları (mirasçıları) arasında dava açma hakkı yönünden bir fark gözetilmemiştir. Bunun yanı sıra miras bırakanın başka bir mirasçısının muvazaa nedeniyle dava açıp, tapu kaydının iptali ile terekeye döndürülmesini sağladığı takdirde temlik tarihinden sonra mirasçı olan kişinin o taşınmaza payı oranında malik olacağı da kuşkusuzdur...”[10]
“...Davacı temlik yapıldığı tarihte mirasçı değildir. Ancak, mirasbırakanın kendisinden mal kaçırdığı başka mirasçısı bulunmaktadır. Davacı daha sonra mirasbırakan ile evlenmiş, mirasçı olmuştur. Aslında tereke malı iken yapıldığı andan itibaren geçersiz sayılan muvazaalı bir temlik nedeniyle başkasının üzerinde gözüken taşınmazda payı olan davacının tapu kaydının iptali için dava açmakta hem hakkı, hem de hukuki yararı bulunmaktadır...”[11]
“...Mirasbırakanın davalı ile 22/10/1976 tarihinde dava konusu edilen satış suretiyle temlikleri gerçekleştirmiş, 1984 yılında davacıyı evlat edinmiş, 22/04/2011 tarihinde ise vefat etmiştir... Muris muvazaasından bahsedebilmek için temlik tarihinde mirasbırakanın mutlaka bir mirasçısının bulunması ve iptal davasının açıldığı tarihte de davacının mirasçı sıfatını taşıması şarttır... Davacı murisin 1984 tarihindeki evlatlık işlemi ile mirasçı konumunda olup, mirasbırakanın başkaca mirasçılarının bulunmadığı veraset belgesinden anlaşılmaktadır. Bu durumda evlatlık işleminden önce yapılan temlik işlemi sırasında murisin bir mirasçısının bulunmadığı açık olup, murisin mirasçılarından mal kaçırma kastı ile hareket ettiği ileri sürülemez...”[12]
Ancak aşağıdaki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararı aksi yönde olup, ikinci eşin işlem tarihinde mirasçı olmaması halinde muris muvazaası nedeniyle talepte bulunamayacağına hükmedilmiştir. Ancak kararda ikinci eşin mirasbırakanla evli olmadığı dönemde mirasbırakanca yapılan temlik işlemi yönünden dolayı açtığı davanın reddi yolundaki görüşünü daha çok mirasbırakanın mal kaçırma kastı içerisinde olmadığı gerekçesine dayandırmış, açık olarak temlik tarihinde mirasçı olmaması nedeni ile reddedilmesi gerektiğini belirtmemiştir.
“...uyuşmazlık, temlikin yapıldığı tarihte evli olmayan 2. eş davacının miras bırakanın ölümünden sonra, muvazaa iddiası ile açtığı davada miras bırakan tarafından yapılan temlikin mirasçıdan mal kaçırma amacıyla muvazaalı olarak yapılıp yapılmadığı, buna göre davanın reddinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Dosya içerisindeki akit tablolarının incelenmesi sonucunda; 26.11.1997 tarihli resmi senede göre, 36 parsel sayılı taşınmazın 9 numaralı bağımsız bölümünün miras bırakan C. E. ile davalıların annesi olan önceki eşi M. E. adına yarı yarıya kayıtlı iken, önceki eşin 6.6.1997 tarihinde ölümü üzerine geride miras bırakan ile çocukları olan davalıları bıraktığı, davalıların annelerine ait yarı payı da miras bırakan babalarına satış suretiyle temlik ettikleri, akabinde de 1.11.2004 tarihli akitle miras bırakanın çekişmeli taşınmazı davalı çocuklarına eşit olarak satış suretiyle çıplak mülkiyetini temlik edip, intifa hakkını üzerinde bıraktığı anlaşılmaktadır.
Davacı ile miras bırakanın 3.11.2004 tarihinde evlendiği, öncesinde ise davacının miras bırakanla aynı evde yaşayarak ücret karşılığı bakıcı olarak çalıştığı tanık beyanları ile bellidir…
Somut olayda, çekişmeye konu taşınmazın miras bırakan tarafından davalılara 1.11.2004 tarihinde temlik edildiği, miras bırakanın temlik iradesinin gerçekleştiği tarih itibariyle davalı çocukları dışında başkaca mirasçısının bulunmadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, temlik tarihinde davacı miras bırakan ile aynı evde yaşayan, ücret karşılığı miras bırakana bakıcılık yapan birisidir. Çekişmeye konu taşınmazın öncesinde davalı çocukların annelerine ait ½ payının bulunduğu da gözetildiğinde miras bırakanın mirasçıdan mal kaçırmak amacıyla hareket ettiğini söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır...”[13]
Aynı yönde başka bir karar;
“...Yukarıda yapılan açıklanmalardan da anlaşılacağı üzere, dava sebebi gayrimenkulün davalıya satıldığı tarihte davanın tarafları henüz evlatlık değillerdir. Evlatlık sebebi ile mirasçılık ilişkisi evlatlık ilişkisinin kurulduğu tarihte başlar. Şu halde yapılan işlemin muris muvazaası olarak değerlendirilmesi dosya kapsamına uygun değildir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken...”[14]
Aydın Tekdoğan
Avukat
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi
2. Hukuk Dairesi Emekli Başkanı
--------------
* Ayrıntı bilgi için Tekdoğan A., Muris Muvazaası Nedeniyle Açılan Tapu İptal ve Tescil Davaları, Güncellenmiş 7. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ocak 2024, 616 Sayfa
[1] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2011/4-359 K. 2011/405 T. 8.6.2011
[2] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2022/4521 K. 2022/5654 T. 12.09.2022
[3] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2017/2175 K. 2019/3508 T. 30.05.2019
[4] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2014/21119 K. 2017/1318 T. 20.03.2017
[5] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 1996/1–596 K. 1996/737 T. 6.11.1996
[6] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2000/1-126 K. 2000/143 T. 01.3.2000
[7] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2016/6514 K. 2019/1735 T. 11.03.2019
[8] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2012/5538 K. 2012/8315 T. 02.07.2012
[9] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2009/3801 K. 2009/7310 T. 23.6.2009
[10] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2004/729 K. 2004/3857 T. 6.4.2004
[11] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 1991/14394 K. 1992/2628 T. 05.03.1992
[12] İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi E. 2017/1398 K. 2018/103 T. 23.01.2018
[13] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2012/1-492 K. 2012/696 T. 10.10.2012
[14] Yargıtay 4. Hukuk Dairesi E. 2010/8025 K. 2011/8393 T. 14.07.2011