Türkiye işçi sınıfının en kırılgan halkalarından biri olan taşeron işçiler, yıllardır “işin asıl yükünü taşıyıp hakların kıyısında yaşayan” bir emekçi kitlesi olarak varlık gösteriyor. Ancak son yıllarda bu kitlenin karşılaştığı sistematik adaletsizlik, sadece ekonomik değil, hukuki ve sendikal bir sessizliği de beraberinde getiriyor.
Taşeron Sistemi Yasal mı, Meşru mu?
Taşeronluk sistemi, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenmiş; yalnızca yardımcı işler için ya da teknolojik uzmanlık gerektiren alanlarda asıl işin bir bölümünün taşerona verilmesine izin verilmiştir. Ancak uygulamada bu sınırlar büyük ölçüde aşılmakta, kamu ve özel sektörde binlerce işçi asıl işlerde taşeron statüsüyle çalıştırılmaktadır. Bu durum, sadece iş hukukunun değil, eşitlik ilkesinin ve sosyal devlet anlayışının da ihlalidir.
Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre; işçinin yaptığı iş, işyerinin asli ve sürekli faaliyet alanına giriyor, denetim ve talimatları asıl işveren veriyorsa bu durumda aradaki taşeronluk ilişkisi muvazaalı sayılmakta ve işçi, başından beri asıl işverenin işçisi kabul edilmektedir.
Ancak bu tespitin yapılabilmesi için işçinin bireysel dava açması, delil toplaması ve yıllarca sürebilecek bir yargı sürecine katlanması gerekmektedir. Bu süreç, özellikle örgütsüz ve iş güvencesinden yoksun çalışan işçiler açısından büyük bir gözdağı işlevi görmektedir.
Bir işçinin, gerçek işvereni tespit ettirmek için yıllarca dava sürdürmek zorunda kalması, sadece hukuki bir zorluk değil; aynı zamanda adaletin erişilebilirliğine yönelik sistemsel bir eleştiridir.
Sendika Hakkı Varsa Sessizlik Neden?
Anayasa’nın 51. maddesi ile 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu her işçiye sendikaya serbestçe üye olma, toplu sözleşme yapma ve grev hakkı tanımaktadır. Ancak bu anayasal güvenceler, taşeron işçiler açısından çoğu zaman kâğıt üzerinde kalmaktadır. Zira fiiliyatta, örgütlenmeye çalışan işçiler işten çıkarılmakta, görev yerleri değiştirilmekte ya da sözleşmeleri yenilenmemektedir.
Üstelik taşeron sisteminde işçiler, asıl işverenin değil alt işverenin bordrosunda göründükleri için kendilerini işyerinin asli bir parçası olarak hissedememekte; bu da sendikal aidiyetin ve ortak hak bilincinin gelişmesini engellemektedir. Bu yapay ayrım, yalnızca işverenin sorumluluktan kaçmasına değil, işçilerin kendi aralarındaki dayanışmanın da zayıflamasına yol açmaktadır.
Hukuki Koruma Teoride Var, Pratikte Yok
Mevzuatta iş güvencesi, sendikal tazminat, işe iade gibi hükümler bulunsa da, taşeron işçilerin bu haklara erişimi sınırlıdır. Örneğin, işveren tarafından sendika üyeliği nedeniyle işten çıkarılan taşeron işçinin işe iade davası, çoğu zaman “asıl işveren mi, alt işveren mi?” karmaşasında uzar, hatta çözümsüz kalır. Oysa Yargıtay içtihatlarına göre, işverenlerin sendika üyeliği nedeniyle işçiyi işten çıkarması açıkça hukuka aykırıdır ve sendikal tazminatı doğurur.
Ancak bu içtihatlar çoğu taşeron işçi için ulaşılmaz birer kâğıt hükmünden öteye geçememektedir. Çünkü işçiler, kimi zaman haklarını bile bilmiyor; bilenler ise hak arama sürecinin sonucunda geçimini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Dolayısıyla sessizlik, sadece korkudan değil, sistematik yalnızlaştırmadan ve parçalı işçilik yapısından beslenmektedir. Hukuki hakkın varlığı, onun kullanılabilirliğiyle ölçülür; taşeron işçi için bu hak ne yazık ki hâlâ erişilmesi zor bir ayrıcalık gibi durmaktadır.
Ne Yapılabilir?
Taşeron işçilerin maruz kaldığı adaletsizlik, yalnızca bireysel mücadelelerle çözülebilecek bir sorun değildir. Bu noktada hem yasal düzenlemelere hem de kurumsal sorumluluğa ihtiyaç vardır. Sonuç olarak, taşeron işçilerin sesi ancak hukuki koruma ile sendikal örgütlülük birlikte güçlendirilirse duyulabilir. Sessizliğin yerini dayanışma aldığında, adalet de görünür hâle gelir.
Av. Dilara ÖZDEN