Ankara’da görülmekte olan 28 Şubat Darbesi davasının son günlerinde sanıkların keyifli oldukları gözlerden kaçmıyordu.
Taraf gazetesinde 2004 MGK kararları yayınlanmasından sonra, sanıklar ve avukatları, ‘MGK kararlarının 2004’e kadar devam ettiği ortaya çıktı, davaya konu olay da MGK kararlarının uygulanmasıdır, ortada suç yoktur’  temalı savunmalar yapmaya başladılar. Cemaat – Hükümet kavgasından oldukça mutlu olmuşlardı. 
17 Aralık operasyonu başlayınca duruşma aralarında, sanıkların yakını olarak duruşmaları izleyen bazı bayanlar, mağdurların vekili olan avukatlara ‘koalisyon bozuldu, şimdi hesap verme sırası sizinkilerde’ tarzı laflar atmaya başlamışlardı. İki gün sonra ne tesadüf ise, aralarında Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak’ın da bulunduğu sanıklar tahliye edildiler. 28 Şubat Darbesi davasında tutuklu sanık kalmadı.
28 Şubatı yaşayanlar veya iddianameye kısaca göz atanlar, Batı Çalışma Grubunun siyasal İslamcılar nitelemesiyle irticai eylemlerde bulunmakla suçladığı cemaat, dernek ve siyasetçiler arasında ayrım yapmadığını hatırlayacaklardır. 
Başta YAŞ kararlarıyla TSK’dan ihraç edilenler olmak üzere, üniversitelerden, okullarından ve diğer kamu görevlerinden uzaklaştırılan ve  değişik cezalara çarptırılanların ortak özelliği “irticai eylemlerde” bulundukları iddialarıydı. Namaz kılması, cumaya gitmesi, eşi başörtülü olması, hatta ailelerinde başörtülü bulunması, cemaat evlerinde, yurtlarında kalması suç (!) delili idi.
O günlerde Cemaat, 28 Şubat’ın hukuksuz işlemlerinden korunabilmek için geliştirdiği içtihat ile uzlaşmacı bir taktik tercih etmişti. Sırtında yumurta küfesi taşıyanlar için Devletle kavga etmek doğru değildi. Başörtüsü konusunda, kimseye başını aç demenin mesuliyetini üstlenmediklerini, ‘füruat’ değerlendirmesinin ‘teferruat’ gibi algılanarak aleyhte kullanıldığını ifade etmelerine rağmen, pratikte yaşanan kıyafet değişimi Müslümanların izzet ve onurlarını rencide ettiği, bu nedenle Cemaatle yollarını ayırmak zorunda kalanlar olduğu görülüyordu. Metodoloji tartışmaları gündeme geliyor, ‘neticeye ulaşmak için her yol mubah mı’ veya neler mubah olabilir soruları tartışılıyordu.
Tarih 26 Aralık 1997. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ödül törenlerinden üçüncüsüne Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de katılmıştı. 28 Şubat Darbesi’nin baş mimarlarından, Kur’an-ı Kerim’in dünya ahkamıyla ilgili 240 ayetinin hükmü kalmadığını televizyon ekranlarında açıklayan, başörtülüler okumak istiyorsa Suudi Arabistan’a gitsin diyen Süleyman Demirel. 
İstanbul Hilton Otelde gerçekleştirilen ödül töreninde Demirel’e ödülünü takdim eden Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyordu:
“Bu çok önemli platformda böyle kıymetli bir ödülü Cumhurbaşkanımız'a sunma liyakatini kendimde görmesem de, elinin ellerimle buluşmasının onurunu, gururunu taşıdığımı belirtmek isterim. Günümüzün en büyük devlet adamı, demokrasinin, hoşgörünün ve uzlaşmanın kahramanı Cumhurbaşkanımız'a şükran plaketi değil; gönüllerimizin derinliklerinden kabarıp gelen en samimi duygularımızı bir buket yapıp sunmak isterdik. Ama neylersin ki bunu yapmak elimizden gelmez. Sultana sultanlık yakışır, gedaya gedalıkben sözü söz sultanına bırakıyorum.”
Bu sözleri işiten Cemaat ehli, hizmetin geleceği ve ali menfaatleri için Hocaefendi’nin bu kabul edilemez üslubu kullandığına inanarak yollarına devam ettiler. 
Gün geldi, her darbe sonrasında olduğu gibi bu aziz millet, darbelere, baskılara, dayatmalara, zulümlere tepkisini ortaya koydu ve Ak Parti’yi tek başına iktidara taşıdı. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde millet iradesinin vesayetten kurtarılarak seçilmiş iktidarın muktedir olma sürecini yaşadı Türkiye. 
İnsanlar arasında ayrım yapılmadan her inanç ve düşünce mensubunun hak ve özgürlüklerinin korunduğu, mağduriyetlerinin büyük ölçüde giderildiği, görevlerinden atılıp  yiyecek ekmeğe muhtaç bırakılanların ailelerinin çocuklarının hakkı olan maaş ve tazminatlarının iade edildiği, kılık kıyafet ayrımına son verildiği, TBMM dahil kamuda başörtüsü zulmünün sona erdiği, dinimi öğrenmek istiyorum diyenlere devlet okullarında seçmeli Kur’an ve Siyer derslerini alma hakkı tanındığı, demokratik hukuk devleti olmanın gereği olarak farklı düşünce inanç ve cemaatten insanların eşit vatandaş statüsü içinde kamuda görev alma haklarının teminat altına alındığı bir dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. 
Şimdi düşünüyorum ve şu soruya cevap arıyorum; Hocaefendi’yi terörist ilan eden, vatanından uzakta yaşamasına neden olan, diğer dini cemaatler gibi Hizmet hareketini de irticai tehdit ve tehlike gören 28 Şubat Darbesi’nin baş aktörü Demirel’e gösterilen hoşgörü ve iltifat neden sayın Erdoğan’a gösterilmez ? Hizmetin faaliyetlerine bugünlere kadar en büyük desteği veren, ‘paralel devlet’ söylemlerine neden olacak yoğunlukta kamuda görev almalarını sağlayan, hasret bitsin ülkene dön çağrıları yapan, sayın Erdoğan’ın elleriyle ellerinizin buluşması bir onur değil mi? 
Bu yangının söndürülmesi hatalardan dönme erdeminin gösterilmesine bağlıdır. İnsanlar hatasız olmaz elbette. Her fani kul gibi sayın R.Tayyip Erdoğan’ın da, Fethullah Gülen Hocaefendinin de hataları olabilir. Hatada ısrar ise büyük hatadır. İki gün “Hocaefendi’nin bedduası” olarak arkasında durulan daha sonra “mülaane” olarak ifade edilen o sözlerin geri alınması ve ümmetten özür dilenmesi ‘muhabbet fedailerinin’  ve  ‘önden giden atlıların’ da ifade edemedikleri temennileridir diye düşünüyorum.
Benim duam: Kimsenin evine ateş düşmesin, yuvaları yıkılmasın, birlikleri dirlikleri bozulmasın.