“İçim içimi yiyorsa, sebebi, takdir ettiğim iki bloktan birinin bu sürecin sonunda yok olacağını düşünmemdir... Hangisi yok olursa olsun, ben eksileceğim... Ak Parti’nin Cemaat’i ve hizmetlerini bitirmek gibi bir niyeti ve azmi olduğuna asla inanmam; fakat şimdiki kavganın Cemaat üzerindeki etkisinin ‘öldürücü’ olacağını da düşünmeden edemiyorum. Kavgayı Cemaat adına körükleyenler Cemaat’e iyilik yapmıyorlar...


Bu tespitleri “Ben yazayım da...” başlığıyla Fehmi Koru yazmıştı. Hem de 17 Aralık operasyonundan 5 gün önce, Star’daki köşesinde. Dershane tartışmalarıyla başlayıp, 2004 MGK kararları ve fişlemelerle devam eden kavgada, Nobel’e aday gördüğü Hizmet Hareketi’nin görebileceği zarara işaret etmişti.


Gelişmeler,  pek çok kişi gibi benim de iştirak ettiğim, sayın Koru’nun endişelendiği istikamette ilerliyor.


Esasen 7 Şubat krizinden itibaren, Hocaefendi’ye rağmen birlerinin Cemaat’i siyasi tartışmaların ortasına çektiği, Ak Parti ile aralarını açmak için özel bir strateji uygulayan başka bir merkez mi olduğu sorularının gündeme geldiği biliniyor. Böyle düşünenlerin tezlerini, yakın geçmişte Cemaat’in siyasal iktidarlarla ilişkilerini yürütme biçimine dayandırdıklarını söyleyebiliriz. Farklı cemaatleri irticai eylem merkezleri olarak gören ve değerlendiren, devlet için tehdit olarak niteleyen siyasi ve askeri liderlerle hoş geçinmenin –pek çok taviz vermek pahasına- türlü yollarını  bularak taktiksel tavır takınıldığı biliniyor. Cemaat’in Devletle, siyasal iktidarla kavga etmemeyi prensip edinen bu anlayışını Ak Parti iktidarına karşı hayli hayli uygulaması beklendiği için şimdiki tavrını anlamak zorlaşıyor.


Cemaat politikalarını sahiplenen medya içinde itidal tavsiye eden yazarların bile değişik vesilelerle suçlandığı ve dışlandığını düşündüğümüzde kavganın bilinçli olarak devam ettirildiği ve tansiyonun artırılmasının yürütülen strateji gereği olduğu kanaatlerini yaygınlaştırdığını söyleyebiliriz. Hocaefendi’nin son konuşmaları, bedduası/mülaanesi, ve inkar edilmeyen ses kaydı ise, bu yaygın kanaatleri pekiştiren gelişmeler oldu diyebiliriz.


Ak Parti ve Cemaat tabanının ilişkileri düzeltme umuduyla yorumladıkları ‘Sulh Mektubu’nu Sayın Başbakan’ın okuduğunu beyan etmesine bile tahammül edemeyen bir güruh, ‘o mektup Başbakan’a gönderilmedi’ diyerek, sulh ihtimalinden bile rahatsız olduklarını dillendirdiler. Mektup içeriği ile bağdaşmayan, bir kısım farklı dini cemaatlerin önde gelenlerinin içeri alınmasını da kapsayan 25 Aralık operasyonu ise kavganın üzerine körükle gidildiğini doğrulayan bir gelişme oldu.


Yargı ve emniyetin yaptığı rüşvet ve yolsuzluklarla mücadeledir. Cemaat’i doğrudan bağlantısı ispatlanamayan bu operasyonlarla suçlamak büyük haksızlıktır. “Paralel yapılanma” var ise delil ve belgeleriyle ortaya çıkarılsın. Cemaat’le gönül ilişkisi olan insanlara örgüt suçlaması yapmak, insani, ahlaki ve hukuki yönden savunulamaz  denildi. Gerçekten de, yargıda, emniyette, kamu bürokrasisi içinde, eylem ve işlemlerinde hukuk dışına çıkmadıkça, farklı düşüncede kimselerin bulunması doğaldı. Esasen, geçmişte inancından, düşüncesinden, mensubiyetinden dolayı dışlanmış, ehliyet ve liyakatine göre vazife alamamış, haksızlığa uğramış olanların Ak Parti iktidarında, devlet bürokrasisi içinde değişik görevlere getirildiği, en azından ayrımcılığa uğramadıkları bir gerçekti.


Siyasal iktidar “paralel yapılanma” üzerine gideceğini, örgütün ortaya çıkarılacağını, virüslerin temizleneceğini, velhasıl her türlü tedbiri alacağını, sert bir üslupla ortaya koyunca; Cemaat “paralel yapılanmayı” sahiplenip elindeki bütün vasıtalarla savunmaya kalkmasaydı olayların yorumu farklı olabilirdi. Ancak söylenenleri üzerine almak ve savunmaya geçmekle  paralel yapılanmayı sahiplenmiş oldu.


Şimdi, demokratik sistem içinde gücünü halktan aldığı meşruiyete dayandıran siyasal iktidar, başta yargı, emniyet olmak üzere kamu bürokrasisi içinde, hukuk devletinin tanımladığı hiyerarşik yapı dışında başka merkezlerden emir ve talimat alarak paralel bir yapılanma oluşturanlarla amansız bir mücadeleye girmiş görünüyor. Kabul etmek gerekir ki iktidarda hangi siyasi parti olursa olsun, atanmışların politika belirleyip hükümete dayatmalarını asla kabul etmez. Yürütmenin politikalarının doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, halk dışında başka mercilere hesap vermesi düşünülemez. Bu nedenledir ki, Hükümeti dershane kararından dolayı eleştirenler, Cemaat’in bir siyasal partiden daha öte, siyasi, ekonomik ve sosyal kriz doğuran operasyonlara kalkışmasını asla desteklemediler.


Siyasal iktidarı ve politikalarını eleştirmek sadece siyasal partilerin hakkı olarak kabul edilemez. Bireyler, STK’lar ve dini olan olmayan cemaatler de elbette ifade özgürlüğü haklarını kullanırlar. İktidarlar da toplumun bütün katmanlarının eleştiri ve taleplerini dikkate alarak çözüm ürettikleri ölçüde başarılı olurlar diyebiliriz. Ama demokrasinin özünün halkın iradesi ve halka hesap verme olduğu unutulmamalıdır.


Bu çerçevede, Cemaat onbir yıldır destek verdiği Ak Parti iktidarının, eğitim politikasını, dış politikasını beğenmeyebilir, eleştirebilir. Özellikle dershanelerin dönüştürülmesi politikasını kendisi için hayati nitelikte görebilir. Hizmetin hakka, hayra, insanlığa hizmet olduğu inancıyla karşı tavır alışlara öfkelenebilir. Ama öfke ile karar verilmemesi gerektiğini en iyi bilmesi gerekenler öfkelerinin esiri olmamalıdır.