I. Giriş

Soykırım; bir planın icrası kapsamında, milli, etnik, ırki veya dini bir topluluğun tümden veya kısmen ortadan kaldırılması amacıyla, topluluk üyelerine karşı özellikle kasten öldürme suçlarının sistematik olarak işlenmesi suçuna denir.

Tehcir/zorunlu göç, insanların göç ettirilmesi ve göç etmelerinin sağlanmasıdır. Soykırım olarak nitelendirilen milli, etnik, ırki veya dini bir grubun yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanma veya bir gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi ile bir yasal dayanağa sahip zorunlu sevk ve iskan fiillerinin, yani tehcirin/mecburi göçün bağlantısı yoktur.

Ermeni Tehciri olarak bilinen, aşağıda değineceğimiz 1915 yılına ait Tehcir/Sevk ve İskan Kanunu; Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinden korunmak isteyen, ülkede çıkan ve dış desteğe sahip milliyetçilik tabanlı ayaklanmaları ve askerine yönelik saldırıları durdurmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki ve meşru zemine sahip, bu çerçevede yasal savunma ve görevin ifası adlı hukuka uygunluk sebepleri çerçevesinde kanun hükmünü icra olarak nitelendirilebilecek, kimisine göre de mukatele/vuruşma olarak nitelendirilebilecek yasal bir uygulamadır.

1915 olayları olarak bilinen ve Ermeni vatandaşların sevki ve iskanı sırasında gerçekleştiği iddia edilen, suç veya hukuka aykırılık nitelendirilmesinde bulunulan olayların Ermeni soykırımı olarak nitelendirilmesi, hem tarihi ve hem de hukuki gerçeklerle bağdaşmaz.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerçekleşen bu olayların 1923 yılına kadar devam ettiğini iddia eden Ermeni Diasporası, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de bu suçu Ermenilere karşı işlediğini uzun zamandır iddia etmekte, ancak bu husus herhangi bir tarihi gerçekliğe veya hukuki gerekçeye dayandırılamamaktadır.

Tarihçiler ve siyasetçiler tarafından bugüne kadar tartışılan bu konu hakkında fikir birliğine varılmamakla beraber, Ermenilere karşı ırk esaslı ve sırf bu ırkı ortadan kaldırmaya yönelik soykırım suçunun işlendiğini belirten ve uluslararası alanda hüküm ifade eden bir yargı kararı bulunmamaktadır. Bunun aksine; Perinçek-İsviçre kararı olarak bilinen İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararında, gerçekleştiği yargı kararları ile kabul edilen soykırım fiillerine benzer bir durumun 1915 olayları için söylenemeyeceği, bu tartışmanın tarihçilere bırakılması gerektiği ve bu olayları suç olarak değerlendiren geçerliliği olan kesinleşmiş bir yargı kararının da bulunmadığı tartışmasızdır.

Lozan Konferansına, Bakalyan-Davoyan davalarına ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne konu olmuş bu iddia hakkında yapılan müzakereler ve yürütülen yargılamalar, her defasında Türkiye Cumhuriyeti’nin lehine sonuçlanmıştır. Buna rağmen her 24 Nisan’da, 1915 olayları ve soykırım iddiası tekrar gündeme getirilmektedir. Son olarak 24 Nisan 2021 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, 1915 yılı olaylarını soykırım olarak nitelendirdi.

Birçok tarihçinin, gerçekleşen bu olayları soykırım olarak nitelendirmemesi, hatta Ermenistan Devleti’nin ilk başbakanı olan Ovanes Kaçazuni’nin dahi 1923 yılının Nisan ayında Taşnaksutyun Partisi’nin Bükreş’te yapılan Yurtdışı Konferansı’nda sunduğu raporunda; Rus Çarlığı, İngiliz emperyalizmi ve Fransız emperyalizminin kendilerini kullandığını ve en sonunda da kendilerini terk edip ortada bıraktıklarını, Dünya Savaşı öncesinde Ermeni devleti kurmak için gönüllü silahlı birliklerin oluşturulmasının hata olduğunu, Müslüman nüfusunun katledildiğini, Ermeni terör eylemlerinin Batı kamuoyunu kazanmaya yönelik olduğunu, Taşnak yönetimi dışında bir suçlunun aranamaması gerektiğini ifade etmesine rağmen[1], bu hususun siyasi alanda tekrar ve tekrar gündeme getirildiği görülmekte, iç ve dış siyasette kullanıldığı, tarihsel bir dayanağı bulunmayan bu iddianın yalnızca siyasi baskı oluşturmak için dile getirildiği anlaşılmaktadır.

II. 1915 Yılında Gerçekleşen Olayların Değerlendirilmesi

1. Maddi Vaka ile Hukukun Evrensel İlke ve Esasları Bakımından

1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda yer alan ve bu savaşın yıkıcı etkileri karşısında ayakta kalmaya çalışan Osmanlı İmparatorluğu, ayaklanmaları bastırmak, tekrarlarını önlemek ve ülke bütünlüğünü korumak amacı ile 1915 Tehcir/Sevk ve İskan Kanunu’nu kabul etmiş ve alınması gereken zorunlu tedbirleri yürürlüğe koymuştur. Bu tedbirleri soykırım olarak nitelendirmek, tarih ve hukuk bilimleri açısından isabetli değildir.

Bilinmektedir ki; bağımsızlaşma ve ayrı bir devlet kurma amacı taşıyan ve en önemlisi de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayıp yok etmeyi hedefleyen Ruslar, İngilizler ve Fransızlar tarafından desteklenen Ermeniler, yaşadıkları Osmanlı Devleti’nde birçok isyan çıkarmış, bu maksatla silahlanıp örgütlenerek Osmanlı askerlerine saldırmış ve birçok masum insanı öldürmüştür. Bu isyanlara örnek olarak; 1895 Van İsyanı, 1915 Zeytun İsyanı ve 1915 İkinci Van İsyanı verilebilir. Buna ek olarak; 1915 yılında gerçekleşen isyanların ardından Rus ordularının Van’ı işgal ettiği, İngiliz ve Fransızların ise Çanakkale’ye çıkarma yaptıkları tarihi bir gerçektir.

Dolayısıyla; Osmanlı İmparatorluğu tarafından, bir dönem sadık tebaa olarak bilinen, fakat 93 harbi adlı Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden Ermenilere karşı, ırk ve etnik aidiyet üzerinden yıkıcı politika izlenmediği, 1915 Tehcir Kanunu’nun ise Birinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olduğu, esasında Ermeni olaylarının bir soykırım değil, mukatele niteliği taşıdığı tartışmasızdır. Osmanlı İmparatorluğu, savaş ve iç karışıklık sırasında her devletin yapacağı şekilde lüzumlu tedbirleri almaya çalışmış ve bu tedbirlere başvururken de hiçbir ırkı ve etnik kökeni hedef almamıştır.

Bu doğrultuda 1915 Tehcir Kanunu da (Sevk ve İskan Kanunu), 27 Mayıs 1915 tarihinde savaş halinde olan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı gelenler hakkında askeri birlikler tarafından gerekli tedbirlerin alınması amacıyla kabul edilmiştir. Asıl adı, “Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler Hakkında Asker Tarafından Uygulanacak Önlemlere Dair Geçici Kanun” olan bu Kanun, 1 Haziran 1915 günü yürürlüğe girmiştir. Esasen 24 Nisan tarihinin de 1915 olayları ile bir ilgisi bulunmamaktadır. 24 Nisan 1915 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu ülke güvenliğine karşı örgütlenen ve iç karışıklık çıkarmayı hedefleyen Ermenilerin İstanbul yapılanmasını sonlandırmak amacıyla yakalama, gözaltına alma ve tutuklama tedbirlerine başvurmuş, bu sırada kimseyi öldürmemiş, tutuklanan Ermeni komitacılar Ankara Ayaş ve Çankırı’ya gönderilmişlerdir.

Savaş döneminin Osmanlı İmparatorluğu’na verdiği zararları azaltmayı hedefleyen 1915 Tehcir Kanunu’nun amacı, kesinlikle etnik temizlik değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçları, Osmanlı İmparatorluğu ve halkı açısından birçok kayba neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, Ermenileri bir planın icrası suretiyle etnik temizliğe tabi tutmamıştır. Bunun aksini kabul etmek, tarihi gerçeklere aykırı ve Ermeni ayaklanmalarını görmezden gelmek demektir.

Ermenilere karşı soykırım suçunun işlenmediği hususu tartışmasız olmakla beraber, soykırım fiilinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler çatısı altında 1945 ila 1950 yıllarında suç haline getirildiği dikkate alınmalı ve 1915 olaylarının yaşandığı tarihte, gerçekleşen fiilleri soykırım olarak nitelendirecek bir suç tanımının olmadığı ve bu yönde değerlendirme yapan uluslararası, hatta ulusal bir yargı kararın da bulunmadığı gözardı edilmemelidir; zira Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi 12.01.1951 tarihinde, İkinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya’nın Yahudilere uyguladığı sistematik öldürme ve ırkı ortadan kaldırma hareketlerinin tekrar yaşanmaması maksadıyla yürürlüğe girmiştir. Bu nedenle; soykırım suçundan Osmanlı döneminin sorumlu tutulması, maddi hakikat bakımından hatalı olmakla beraber, hukukun evrensel ilke ve esaslarından olan “suçta ve cezada kanunilik” prensibine de aykırılık teşkil edecek, yani bir ceza kanunun geriye etkili uygulanması, yürürlüğe girmeden önce işlenen eylemlere tatbik edilmesi gündeme gelecektir. Bu sebeple, 1915 yılında yaşandığı ileri sürülen soykırım iddiaları hukuki açıdan da dinlenemez ve yargılamaya konu edilemez.

Sonuç olarak; sözde Ermeni soykırımı iddialarının gerçeği yansıtmadığı, belli bir etnik kökene karşı yıkıcı bir politika izlenmediği, bu husus hatalı şekilde kabul edilse dahi, o tarihte suç tanımının henüz kabul edilmemesi nedeniyle, yani “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi gereğince sözde soykırım fiilinden sorumlu olunamayacağı, bununla beraber zamanaşımı bakımından 106 yıllık bir zamanın geçtiği ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne 1915 olaylarının atfedilebilir olmadığı, “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ilkesi nedeniyle de 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorumlu tutulamayacağı, bu hususun Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmesi ile aynı olmadığı, ortada tazminat sorumluluğunu gerektirecek haklı bir neden olmamasının yanında, 1923 yılında kurulmuş Devletin 1915 yılının Birinci Dünya Savaşı şartlarında meydana gelen olaylardan hukuki ve cezai olarak sorumlu tutulmasının da mümkün olamayacağı, ayrıca tüm bu hususların Lozan Barış Andlaşması ve sonrasında ABD ile yapılan müzakere ve akdedilmiş bir sözleşme yoluyla da sonuçlandırıldığı, bu açıklamalar ışığında tarihi, hukuki ve siyasi sebeplerle Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat talep edilemeyeceği gibi, bir başka istemde de bulunulamayacağı açıktır.

2. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Değerlendirmesi

Ermeni soykırımı iddiaları, hem İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin 17 Aralık 2013 tarihli 2. Daire ve hem de 15 Ekim 2015 tarihli Büyük Daire kararlarına, Perinçek-İsviçre davası nedeniyle konu olmuştur.

Her iki kararda da; “soykırım” kelimesinin hukuki bir kavram ve suç tanımı olduğu, Birleşmiş Milletler 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre, bu suçun varlığına ancak suçun işlendiği ülkenin mahkemesi veya yetkili Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hükmedebileceği, İHAM’ın kendisi dahil herhangi bir ülkenin parlamentosunun bu nitelendirmeyi yapmaya yetkili olmadığı, bu doğrultuda 1915 olaylarında soykırım suçu işlendiğine dair yetkili mahkeme kararının da bulunmadığı ve bu nedenle Ermeni soykırımı iddialarının da hukuk dışı olduğu, herhangi bir parlamento, hükümet veya belediyenin 1915 olaylarında soykırım suçunun işlendiği yargısında bulunduğu takdirde, bu tür kararların uluslararası hukuka aykırı ve siyasal amaçlı olacağı, 1948 yılı öncesinde gerçekleşen eylemlerle ilgili olarak soykırım suçunun işlendiği hükmünün verilemeyeceği, herkesin 1915 olayları hakkında istediği görüşü açıklama özgürlüğünün olmasının yanında, bu olayların soykırım olup olmadığı konusunda hüküm verme yetkisinin olmadığı açık bir şekilde ifade edilmiştir[2].

III. ABD’nin Sözde Soykırım İddialarını Tanıması

Yukarıda da açıkladığımız üzere Ermenilerin soykırım iddiaları, gerek Lozan Konferansına ve gerekse Bakalian-Davoyan davalarına konu olmuştur.

Bakalian-Davoyan davaları Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’da yaşayan ve sonradan Amerikan vatandaşı olan Ermenilerin mallarına elkoyulduğu iddiasıyla Türkiye Cumhuriyeti ve Türk makamlarına karşı açılan tazminat davalarıdır. Bu davalar ABD’nin Kaliforniya Eyaletinde görülmüş olup, yaklaşık dokuz yıl sürmüş ve sonucunda davaların reddine karar verilmiştir[3].

Lozan Konferansı sırasında ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir sözleşme akdedilememiş olsa da, 25 Ekim 1934 tarihinde Türk-Amerikan Tazminat Sözleşmesi olarak da anılan Sözleşme imzalanmıştır. 2 Ocak 1935 tarihli ve 2896 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında 25.12.1934 Tarihinde İmza Olunan Karşılıklı Metalibin Tesviyesine Dair Olan İtilafnamenin Tasdiki Hakkın Kanun’la, “Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Akdolunan ve İki Devlet Vatandaşları Mütekabil Metalibinin Tesviyesine Mütedair Olan İtilafname” kabul edilmiştir.

25 Ekim 1934 tarihli bu Sözleşmenin, Bakalian-Davoyan davalarını hukuki yönden konusuz bırakacak nitelikte olduğu ileri sürülmekle birlikte, 1934 tarihli işbu Sözleşme -ABD hükumeti adına Sözleşmeyi imzalayan Fred Kenelm Nielsen’ın da belirttiği üzere- bir ülkenin vatandaşlarının diğeri aleyhine halihazırda açılmış tüm tazminat davalarına da son vermektedir[4].

Sözleşmenin 1. maddesi uyarınca ABD vatandaşlarının (Ermeni asıllı ABD vatandaşlarının) taleplerinin tam olarak karşılanması için faizsiz olarak 1.300.000,00 Dolar tutarında ödeme yapması ve bu ödemeyi yıllık on üç taksitte, yani yıllık 100.000,00 Dolar olarak yapılması gerekmektedir. Türkiye, ABD vatandaşlarının taleplerinin tazmini için toplu ödeme yapmıştır[5].

Sözleşmenin 2. maddesinde; Her iki Hükümet, Sözleşmenin 1. maddede zikredilen meblağın ödenmesi halinde, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı ileri sürülen taleplerin tümünden ibra edilmiş olacağını ve Lozan Barış Andlaşması sırasında gündeme gelen bütün taleplerin de kesin şekilde çözülmüş sayılacağını kararlaştırmıştır.

Tazminat taleplerine dair raporlar incelendiğinde, yetkili Komisyon tarafından 33 talep tazminat almaya hak kazanmıştır. Bu 33 talebin toplam bedeli ise 899.338,09 Dolardır. Görüldüğü üzere, bu miktar esas olarak belirlenen 1.300.000,00 Dolardan da azdır[6]. Bu gelişmeler çerçevesinde 1923 yılından başlayan Türkiye-ABD arasında gündeme getirilen tazminat sorunu 1934 Sözleşmesi ile herhangi bir şüpheye yer vermeyecek şekilde sonlanmıştır.

Tazminat taleplerinin, ABD Başkanı Biden’ın gerçekleştirdiği açıklamanın ardından tekrar gündeme gelmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin haksız ve hatalı şekilde sorumlu tutulması mümkün değildir.

ABD’nin Foriegn Sovereign Immunities Act 1976/Yabancı Devletlerin Dokunulmazlığı Yasası incelendiğinde, Yasanın 1605. a-1 maddesinde düzenlenen; “Herhangi bir devlet dokunulmazlığından açıkça veya zımnen feragat etmişse, ABD mahkemelerinin yargı yetkisine tabidir.” hükmü ile 1607. maddesinde düzenlenen; “Yabancı bir devlet tarafından herhangi bir ABD mahkemesinde başlatılmış veya yabancı devletin müdahil olduğu bir davada ilgili ülke herhangi bir karşı talebe karşı muafiyet talep edemez.” hükmü uyarınca ABD’de açılacak olası davalara tabi olmak Türkiye Cumhuriyeti’nin kabulüne bağlıdır. Tazminat taleplerine dayanak olarak ileri sürülebilecek diğer bir yasal düzenleme ise, International Emergency Economic Powers Act 1976/Uluslararası Olağanüstü Hal İktisadi Yetki Yasası’dır. Uluslararası Olağanüstü Hal İktisadi Yetki Yasası m. 1701 (a)’ya göre; “Kısmen veya tamamen dışarıdan kaynaklanan ve ulusal güvenlik, dış politika veya ABD ekonomisine olağanüstü bir tehditle başa çıkmak için olağanüstü hal ilan edebilir”. Sözde Ermeni soykırımı iddiasının, bu Yasa ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Sözde “soykırım” iddiası ile tazminat taleplerinin Kaliforniya Mahkemelerinin önüne getirilmesi, yalnızca Uluslararası Olağanüstü Hal İktisadi Yetki Yasası uyarınca olağanüstü hal ilan edilmesi ile İran’a yönelik olduğu gibi, “haciz yoluna başvuru da dahil olmak üzere yargı yollarına başvurulabileceği yönünde genel yetki kararnamesi” çıkarılmasına bağlıdır ki, bu şekilde çıkarılacak olan bir kararnamenin, “Supreme Court” tarafından Uluslararası Olağanüstü Hal İktisadi Yetki Yasası’na aykırı olacağı ileri sürülmektedir, çünkü gerçekliği dahi bulunmayan sözde Ermeni soykırımı iddiası, ABD’nin ulusal güvenliğini, dış politikasını veya ekonomisini olağanüstü bir tehditle karşı karşıya bırakmamaktadır[7].

Sonuç olarak, ABD Mahkemeleri’nde talep edilmesi olası olan tazminat iddialarının hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gerekçeler nedeniyle, ABD’nin hiçbir eyaletinde, 1915-1923 yılları arasında gerçekleşen olaylar sebep olarak gösterilerek bir tazminat talebinde bulunulamaz, tazminat taleplerinin dava konusu yapılamaması Uluslararası Hukukun gereğidir.

IV. Sonsöz

Yukarıda yer verdiğimiz bilgiler ışığında; ABD Başkanı Biden, esasında tarihçilerin değerlendirip yorumlaması gereken 1915 yılında gerçekleşen olayları, bu konuda bir karara varma yetkisi olmamasına rağmen, siyasi saiklerle “soykırım” olarak nitelendirmiş ve bu nitelendirmeyi yaparken de Osmanlı dönemine vurgu yapmıştır. Başkan Biden’ın bu nitelendirmesi ve açıklama içeriği, kesinlikle tarihi gerçeklere ve hukuki gerekçelere aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti, Başkan Biden ve diğer ülke yetkilileri tarafından yapılan benzeri açıklamaları reddetmektedir.

Yazımızda açıkladığımız üzere, bir soykırım fiilinin işlendiğini yalnızca görevli ve yetkili mahkemenin kesinleşmiş kararı ile tespit ve ilan edebileceği, yasama veya yürütme organının bir olayı soykırım olarak tanımlama yetkisine sahip olamayacağı tartışmasızdır. Başkan Biden’ın bu açıklamalarının tarih ve hukuk karşısında geçerliliği olmayıp, soykırım nitelendirmesinin sübjektiflik içeren siyasi bir tercih olmasının yanı sıra, tarihi gerçekler karşısında hiçbir somut değeri bulunmamaktadır.

Hem tarihsel ve hem de hukuki açılardan hiçbir dayanağı ve gerçekliği olmayan bu açıklama karşısında güçlü bir tepki gösterilmesi gerektiği tartışmasız olmakla beraber, 28 Nisan 2021 tarihli ve 31468 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “ABD Başkanı Joe Biden’ın 24 Nisan 2021 Tarihli Açıklamasının Kınanması, Reddedilmesi ve Yok Hükmünde Sayılmasına Dair Karar” tek başına yeterli değildir. ABD Başkanı Biden’ın yanlı, talihsiz ve maddi hakikatle uyuşmayan bu açıklamasının hatalı olduğunu gösteren ve uluslararası ilişkilere yönelik net tepkiler, Hükümet tarafından alınacak kararlar ve başvurulacak tedbirler yoluyla verilmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin; ABD’nin terör örgütü PKK/PDY’ye destek verdiği iddialarının, Rus S-400 savunma sistemlerinin, F-35’lerin ve Halkbank davasının gündemde olduğu bu dönemde, Ermeni soykırımının tanınması ve şimdilerde de İstanbul’da bulunan Fener Rum Patriğinin Hristiyan Ortodoksların ekümeni olduğuna dair iddianın tekrar gündeme getirilmesi karşısında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iktisadi, askeri ve siyasi bağımsızlığına sahip çıkarak, haklı olduğu meselelerde geri adım atmaması zorunludur.

Prof. Dr. Ersan Şen

Stj. Av. Mehmet Vedat Ervan

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

----------------

[1] Ovanes Kaçazuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok (1923 Parti Konferansı’na Rapor), 31. Basım, Kaynak Yayınlar, İstanbul, 2020, s. 10-12.

[2] Perincek-İsviçre Davası AİHM Büyük Daire Kararı, 1. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016, s. 10-13.

[3] Emre Kongar, Türkiye-ABD Arasında 1934 Antlaşması, Çevrimiçi erişim: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/emre-kongar/turkiye-abd-arasinda-1934-antlasmasi-1833249 (Erişim tarihi: 08.05.2021).

[4] Emre Kongar, a.g.e.

[5] Çevrimiçi erişim; https://avim.org.tr/en/yorum/the-claıms-agreement-between-turkey-and-the-unıted-states-of-amerıca-sıgned-at-ankara-25-october-1934-and-ıts-legally-bındıng-ımpact-on-compensatıon-claıms-of-us-cıtızens-of-armenıan-descent (Erişim tarihi: 09.05.2021).

[6] Çevrimiçi erişim; https://avim.org.tr/en/yorum/the-claıms-agreement-between-turkey-and-the-unıted-states-of-amerıca-sıgned-at-ankara-25-october-1934-and-ıts-legally-bındıng-ımpact-on-compensatıon-claıms-of-us-cıtızens-of-armenıan-descent (Erişim tarihi: 09.05.2021).

[7] Av. Ali Rıza Güder’in, “1915’te Yaşananların Soykırım Olduğu İddiasıyla ABD Mahkemeleri’nde Yargı Yolları’nın Hukuki Rejimi” başlıklı konu hakkında görüşünden alınmıştır.