Felsefe ölüme, sosyoloji intihara yol açar.” Jean Baudrillard

HUKUK SOSYOLOJİSİ

Bloğumda paylaştığım 06 Kasım 2022 tarihli  “Bir Kitap: ‘Hukuk Sosyolojisi’ ve Bir Önsöz” başlıklı yazımda, “Hukuk Sosyolojisi” üzerine bir kitap yazdığımı ve bu kitabı Kasım/2002  sonuna kadar tamamlayacağımı ifade etmiştim. Tamamladığım ve yakında yayımlanacağını umduğum bu kitabımın bir bölümünü, aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.    

VII- SOSYOLOJİNİN KÖKENİ, ÇALIŞMA ALANI, AMACI, KONUSU VE TANIMLARI

İnsanız, Aristoteles’in tanımıyla “siyasi bir hayvan”, Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in heykelini yaptığı “düşünen bir hayvan”, sosyolojik açıdan baktığımızda “sosyal bir hayvan”, yani toplum içinde ve başka insanlarla birlikte yaşayan, yani toplumsallaşan bir varlığız. 

Öyle olduğumuz için, insan olarak hemen hemen hepimiz, sağlıklı bir toplumsal iletişimin ve etkileşimin belli bir çerçeve içerisinde gerçekleştirilebileceğinin, bu bağlamda, bunun, ancak toplumun yasalarına, ahlak, görgü, din, örf ve adet olarak isimlendirilen sosyal düzen kurallarına uymakla mümkün olduğunun farkında ve bilincindeyiz.

Esasen bir bilim ve özel bir disiplin olarak sosyolojinin ortaya çıkmasının nedeni de budur, yani insanı ve toplumu tanımak ve anlamak, geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanan sorunları, toplumun değişim dinamiklerini kavramak ve bütün bu sorunları bilimsel bir çerçeve içinde analiz etmektir.  O nedenle, geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçiş aşamasında, yani 19. Yüzyılda ortaya çıkan sosyoloji, modern sanayi toplumunu tanımak, anlamak, kavramak, analiz etmek konusunda bir kılavuz, daha genel bir ifade ile bütün bunları yapabilmek için gerekli olan bir bilimdir, toplum bilimidir, toplumun bilimidir, topluma, toplumun gelişmesine hakim olan kanunların bilimidir.

Dolayısıyla sosyolojinin çalışma alanı, sosyolojinin laboratuvarı toplumdur, toplumun, toplumsal değişimin dinamikleridir, toplumsal ilişkilerdir, toplumun ahlak, görgü, din, örf ve adet ile hukuktan oluşan sosyal düzeni, bu düzenin kurallarıdır, bu düzen içinde insanın konumu, rolü, davranışı, eğitimi, çalışma ilişkileri, çatışma nedenleri vs.dir.

Bu çalışma alanına göre sosyolojinin amacı; insanın toplum içindeki ilişkilerini, toplumları, toplumsal kurumları ve bu kurumların insanlar üzerindeki etkilerini incelemektir. Bu çerçevede sosyoloji, suçtan dine ve ırka, ırk ayrımcılığından sosyal sınıflara, toplumların benimsedikleri inanç ve kültür unsurlarına, toplumları etkileyen radikal değişikliklere kadar birçok alanda inceleme ve araştırma yapan bir bilimdir.

Sosyoloji sadece bunlar ile ulusal ve yerel sorunları değil, tüm dünyayı, tüm toplumları, tüm insanlığı ilgilendiren sorunları, ekonomi, eğitim, kent hayatı, nüfus artışı ve göç gibi konuları ve bunlara ilişkin soru ve sorunları da analiz eder ve inceler. Sosyoloji bütün bunları, hem yatay hem de dikey bir perspektif içinde araştırmaya, incelemeye, anlamaya, kavramaya çalışır. Özetle sosyoloji, bireysel sorunlarla değil, toplumsal sorunlarla, olması gerekenlerle değil, olanlarla ilgilenir. Sosyoloji, bu süreçte ve bu çalışmaların yürütülmesinde: antropoloji, psikoloji, iktisat, hukuk, siyaset, felsefe, tarih, sanat, edebiyat, kültür vb. gibi alanlardan ve bilimlerden azami ölçüde yaralanır, bunların her birinden yardım ve destek alır.

Nitekim sosyolojinin mevcut tanımlarına ve bu tanımların farklılığına baktığımızda, bütün bu hususları, bu zenginliği, bu çeşitliliği ve sosyoloji biliminin derinliğini görebiliriz. Buna ve değişik sosyologlar tarafından yapılan tanımlamalara göre sosyoloji: “toplumun ya da toplumsal ilişkilerin bilimsel olarak incele[n]mesidir”; “toplumla ve toplum olayları ile ilgili bilgilerimiz[in] sistemidir”; “insanın toplum yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incele[n]mesidir”; “insan ilişkileri üzerinde özellikle duran ve inceleyen bir disiplindir”; “kurumların, onların ortaya çıkışının ve işleyişinin bilimidir”; “toplumsal eylemi yorumsal olarak anlamakla ve dolayısıyla onun seyrinin ve sonuçlarının nedensel açıklamasıyla ilgilenen bir bilimdir.” (Prof.Dr. Yücel Bulut, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi Ortak Ders Sosyolojiye Giriş, sayfa 30,31)

Prof.Dr. Ernest Hirch’e göre, bir bilim kolu olarak günümüz sosyolojisinin 19.Yüzyılın ürünü olan dört düşünsel kökeni vardır ve bu kökenler; 1) Napolyon döneminden sonraki siyasi eğilimler, 2) Tarih felsefesi, 3) Biyolojik Evrim teorileri, 4) Toplumsal durumun ve şartların incelenmesini zorunlu kılan modern sanayinin doğurduğu sosyal ve siyasi reform hareketleridir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 230 – 1996)

Sadece genel sosyoloji yönünden değil, hukuk sosyolojisi yönünden de önemli olan, nüfuz ve etkileri her ülkenin siyasal rejimine, sosyo-ekonomik yapısına, kültürüne, yere ve zamana göre farklılıklar gösteren bu durumun incelenmesi gerekir. Buna göre; 

1- Napolyon’dan sonraki toplumsal süreci ve siyasi eğilimleri değerlendirebilmek için, önce Fransız İhtilali’ni, bu ihtilalden sonraki süreci ve Napolyon dönemini bilmek gerekir. Dünya ve insanlık tarihinin en önemli siyasal olaylarından biri olan ve 1789 ile 1799 yılları arasındaki süreci kapsayan Fransız İhtilali ile birlikte, Fransa’daki mutlak monarşi yıkılmış, mutlak monarşinin yerine cumhuriyet kurulmuştur. Bu ihtilal, sadece Fransa’da değil, gerek Avrupa, gerekse Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktası olmuş, bu bağlamda, başta ulus devlet anlayışı ve milliyetçilik olmak üzere sosyal ve siyasal yönden birçok akımı başlamıştır.

Bunlar arasındaki en önemli gelişme ve değişme, egemenliğin Tanrı’ya değil halka ait olduğunun kabul edilmesi, Yeni Çağ’ın sona ermesi ve Yakın Çağ’ın başlaması, milliyetçilik anlayışının ortaya çıkması, bu anlayışın siyasi bir karakter kazanması, buna bağlı olarak çok uluslu devletlerin ve imparatorlukların parçalanması, eşitlik, özgürlük ve adalet ilkelerinin dünya genelinde yaygınlaşması olmuştur.

Napolyon, ihtilalden sonra kurulan direktuvar yönetimine 1799 yılında askeri bir hükümet darbesiyle son vererek iktidarı ele geçirmiş, 10 yıl boyunca kendisini Fransa’nın başına geçiren Birinci Konsül unvanını almış, böylece Napolyon’un diktatörlük dönemi başlamış ve Napolyon 18 Mayıs 1804’te kendisini Fransa İmparatoru olarak ilan ettirmiştir.

İmparatorluk döneminde Napolyon, hukukun toplum ve toplum hayatı ile toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisinin ayırdında ve bilincinde olduğu için, “Napolyon Yasaları” olarak bilinen “Fransız Medeni Kanunu”nu hazırlattırmış ve bu kanun 1804 yılında yürürlüğe girmiştir.  Napolyon’un imparatorluk dönemi Leipzig Muharebesi’nde yenilgiye uğramasına, bu yenilgi sonrasında Nisan 1814’te tahttan feragat etmesine ve Elbe Adası’na sürgüne gönderilmesine kadar sürmüştür.

Elbe Adası’ndan kaçan ve yeniden Fransız hükûmetinin başına geçen Napolyon, 18 Haziran 1815’te Waterloo Meydan Savaşı’nda İngiliz-Prusya kuvvetlerine yenilmiş, bu yenilgi sonrasında tahtan uzaklaştırılmış ve Saint Helena Adası’na sürülmüş, altı yıl süren bir esaretten sonra 1821’de ölmüştür.

Bütün bu gelişmelere bağlı olarak, hukukun ve hukuki olayların sosyal olaylar arasında olduğu ve sosyal olgularla bağlantılı bulunduğu gözlenmiş, hukuk kurallarının toplum hayatının bir ürünü olduğu dikkate alınarak hukukun kökeni sosyolojik bir temelde incelenmeye başlamış ve bu yaklaşımların sonunda hukuku, sosyal olgular arasında arayan ve araştırmalarına pozitif yöntemin egemen olduğu “hukuki pozitivizm” ya da “sosyolojik pozitivizm”, yani “sosyal hukuk okulu/sosyolojik pozitivist okul” ortaya çıkmıştır. 

Ayrı bir bilim dalı ve disiplini olarak sosyolojinin ortaya çıkması da bu gelişmelere bağlı olarak ve bu gelişmeler sonrasında meydana gelmiş, bu bağlamda sosyoloji sözcüğü ilk kez 1839 yılında Fransız sosyoloğu ve tarih felsefecisi Auguste Comte tarafından kullanılmış, sosyoloji ismini taşıyan ve sosyoloji üzerine yazılmış yazıları içeren “L’Année Sociologique/Sosyolojik Yıl” isimli dergi 1898 yılında Fransız düşünürü ve sosyoloğu Emile Durkheim tarafından yayımlanmıştır.  

2- Hirch’in sosyolojinin düşünsel kökenleri arasında olduğuna işaret ettiği tarih felsefesi, tarihin kavramsal bir bakış açısıyla yorumlanmasıdır. Bu felsefeyle ilgili olarak bazı noktalara işaret etmeden önce, tarih üzerine bir şeyler söylemek gerekir. Şöyle ki, insan merak eden bir varlıktır, o nedenle, insan, kendi geçmişini, ait olduğu toplumun geçmişini, insanlığın ve başkaca toplumların geçmişini bilmek ve öğrenmek ister. Her zaman açık ve somut bir yarar olmasa da, bu merak, çok sayıda insanda ve hemen her toplumda vardır. Bu bağlamda, tarih insanlara sadece genel olarak insanlık tarihi hakkında değil, ait oldukları ve yaşadıkları toplumun geçmişi hakkında da bilgi verir. Nitekim yazının olmadığı eski dönemlerde, insanların ve toplumların kendi geçmişleriyle ilgili bazı bilgileri: mağara duvarlarına çizdikleri resimler, efsaneler, söylenceler, menkıbeler yoluyla bir nesilden bir diğer nesle aktarmış olmaları bundan dolayıdır.

Modern toplumlarda, tarih araştırmaları geçmişi öğrenme isteğinden ve merakından doğar, bu istek ve merak belirli metodolojik kurallara, bulgulara, kanıtlara dayanması gereken çalışmalar sonunda tespit edilen ve olabildiğince hakikate dayanan bilgilerle karşılanır. Bunların farklı tarihçiler tarafından farklı şekillerde ve hatta bazen yanlış olarak anlatılması, merak etme isteği ve düşüncesi üzerinde çok fazla etkili değildir. Aksine, insanlar bu yolla tarihsel bilginin göreceliğini öğrenirler ve dolayısıyla geçmişle ilgili olarak yazılan ve söylenen şeylere daha eleştirel bir şekilde yaklaşma kültürünü edinirler, bu konuda çıkarımlar, sorgulamalar ve karşılaştırmalar yaparak kendi bakış açılarını geliştirebilirler ve hatta değiştirebilirler.

Kuşkusuz, bunun böyle olması, toplumdaki demokratik çoğulculuk anlayışının gelişmesine, yazılı ve görsel medyanın bağımsız ve tarafsız olmasına bağlıdır.  Eğer toplumdaki demokrasi ve demokratik çoğulculuk anlayışı ve kültürü yeterince gelişmiş ise, medya aracılığıyla topluma yansıyan, bu yolla topluma dayatılmaya çalışılan haberlerin, bilgilerin, verilerin ve yorumların, insanlar ve toplumlar tarafından sorgulanması mümkün hale gelir.

Sonuç itibariyle, geçmişi öğrenmeye yönelik ilgi, istek ve merak, hemen her toplumda ve her zaman var olacağı için, tarih araştırmalarının özgür bir ortamda geliştirilmesi ve bunların sonuçlarının değişik yollarla topluma olabildiğince az hatalı bir şekilde, saptırılmadan, çarpıtılmadan aktarılması,  tarih bilgisinin insanlara ve toplumlara bu çerçevede sunulabilmesi, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşturulması yönünden son derece önemlidir.

Tarihi eğer bizim bilgi dediğimiz, olay dediğimiz, olgu dediğimiz şey ise, geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların, olguların, bunların meydana geldiği dönemin şartları göz önüne alınarak ve mümkün olduğunca objektif bir şekilde sunulması gerekir. Nitekim tarih sözcüğünün türetildiği Grekçe ‘istoria’ sözcüğü; bildirmek, haber almak yoluyla bilgi edinmek demektir. Aynı sözcük kadim Yunanistan’ın Attika/Atina lehçesinde; görerek, tanık olarak bilmek anlamlarının yanı sıra fizik, coğrafya, astronomi, bitki, hayvan bilgisi ve hatta doğa bilgisini kapsayacak şekilde ve oldukça geniş anlamlarda kullanılmıştır.

Bununla birlikte tarih, geçmişteki olayları ve olguları sadece kronolojik olarak sıralayan ve öylece sunan bir bilim değildir. Zira tarih, sadece geçmişte yaşanmış olayları ve olguları anlatmakla yetinmez. Tarih, aynı zamanda olayların ve olguların arkasında yatan sosyolojik, psikolojik, politik, ekonomik, kültürel nedenleri, bu nedenleri oluşturan etkenleri, neden/sonuç ilişkisi çerçevesinde inceler ve bu yolla geçmişte yaşanan olaylardan, deneyimlerden geleceğe dönük dersler çıkarılmasını sağlar.

Bu çerçevede tarih, bize sadece geçmişimizi anlatmaz, geleceğimizi de anlatır, gelecekle ilgili olarak öngörülerde bulunmamızı, çıkarımlar yapmamızı sağlar.  Esasen özel bir disiplin olarak tarihin bize sağladığı en önemli fayda, insanın ve insanlığın geçmişi konusunda bizi bilgilendirmesi ve aydınlatması ve bize gelecekle ilgili önemli ipuçları vermesidir. Bu bilgilenmeyi edinmek, geçmişi öğrenmek, geçmiş hakkında aydınlanmak, gelecek üzerine öngörülerde bulunmak gibi sağladığı diğer yararların yanı sıra, tarih, bizim insan tabiatını anlamamızı ve öğrenmemizi de kolaylaştırır.

Nitekim İngiliz tarihçi ve düşünür R.G.Collingwood bu konuda şunları ifade eder: “Tarih ne içindir? Benim bu konudaki cevabım, insanın kendisini bilmesi ‘için’ tarihini bilmesinin gerekli olduğu yönündedir. Genelde insanın kendisini bilmesi gerektiğinin önemli olduğu düşünülür: insanın kendisini bilmesi, sadece kişisel özelliklerini, onu diğer insanlardan ayıran şeyleri bilmesi demek değildir, onun insan olarak kendi doğasını bilmesi demektir. Kendinizi bilmeniz, önce insan olmanın ne demek olduğunu; ikincisi, ne tür bir insan olduğunuzu ve üçüncü olarak da başka hiç kimse gibi olmadığınızı bilmek anlamına gelir. Kendinizi bilmek, ne yapabileceğinizi bilme demektir, hiç kimse denemeden ne yapabileceğini bilmediğinden,  bu konudaki yegane ipucu insan olarak sizin yapabileceğiniz şeydir. O halde, tarihin değeri, tarihin insanın ne yaptığını ve dolayısıyla insanın ne olduğunu bize öğretmesidir.” (R.G.Collingwood, “Tarih Düşüncesi” sayfa 61, Dorlion Yayınları – 2020)

Tarih esas olarak objektif verilere, olgulara dayanan bir bilim olmakla birlikte, yine de tarihin objektifliği ve hakikati tamamıyla ifade ettiğini söylemek mümkün değildir. Zira tarihçilerin tarih yazımında yararlandıkları kaynaklar, kimi zaman güvenilmez, kimi zaman da tarihçinin kendi kişiliğine, siyasal görüşüne ve tercihlerine, dönemin siyasi ve ideolojik koşullarına bağlı olarak subjektiftir. O nedenle, tarihçinin kaynak olarak yararlandığı bütün bilgilere, verilere, kayıtlara, her türlü olasılığı dikkate alarak eleştirel bir tarzda yaklaşması, bu kaynakları neden/sonuç bağlantısı çerçevesinde değerlendirmesi gerekir.

Aynı şekilde tarih okuyucusunun da, tarihçilerin yazdıklarını bu çerçevede okumaları, yazılanları neden/sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirmeleri, her yazılana inanmamaları, başkaca kaynaklara başvurmaları ve bunları karşılaştırmaları gerekir. Esasen sağlam bir tarih bilgisi ve eğitimi, tarihsel eleştiri ilkelerinin bilincine varılmasının yanı sıra, belirli derinliği olan bir tarih bilgisini gerektirir. Bu sadece toplumun belirli bir azınlığının hakkı değil, aksine toplumsal bir gereksinimdir ve toplumun bütününün hakkıdır. Aksi takdirde, toplumlar ve insanlar, çoğu hakikat olmayan, yanlış ve yanıltıcı olan efsanelerin, menkıbelerin, masalların, batıl itikatların esiri olurlar.

Tarih, geçmişte yaşamış insanların, toplumların ya da devletlerin kültürel, coğrafi, ekonomik, politik, sosyal, hukuksal ve dinsel yapılarını ve yaşayışlarını inceleyen ve araştıran bir disiplin olmakla, tarihin bilimsel bir disiplin olmasını sağlayan en önemli etken, geçmişi incelerken bilgi ve belgeye dayanması, olayları ve olguları bir neden/sonuç ilişkisi çerçevesinde incelemesidir. Diğer bir deyişle, tarihe bilimsel bir disiplin özelliğini kazandıran husus, tarihin kaynaklar üzerinden gözlem yapması, yaptığı gözlemleri, bu gözlemlerden elde ettiği sonuçları, verileri ve bilgileri sebep/sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmesi ve çıkarımlarını buna göre yapmasıdır.

Tarihin konusu, öznesi ve nesnesi insandır, insan toplumlarıdır. İnsan, insanlık ve toplum olarak geçmişimiz, insanlık tarihinin çok ama çok ötesine de gitse, tarih insanlığın ve toplumların kaydedilmiş olan geçmişiyle ilgilenir ve bunu araştırır. Bu anlamda tarih insanla, insanlıkla ve toplumla başlar. İnsanın varoluşundan önceki süreç jeoloji, paleontoloji gibi disiplinlerin ilgi ve inceleme alanına girer. İnsanın varoluşundan ve yazının icat edilmesinden sonraya tekabül eden toplumlardan geriye, bu toplumların tarihlerini aydınlatabilecek bulgu ve kanıt bulunmadığı gerekçesiyle, bu dönemler ‘tarih öncesi dönem’ olarak isimlendirilir ve kimi tarihçiler tarafından bu evreler, tarihin inceleme alanının dışında bırakılır. Ne var ki, teknolojik gelişmelerin ve buluşların hizmete girmesine bağlı olarak, tarih metodolojisinin ve tekniklerinin gelişmesiyle, etnoloji, antropoloji, dil bilimi, sosyoloji gibi disiplinlerin devreye girmesiyle elde edilen verilerin, tarih ve tarihçiler tarafından kullanılmaya başlanılmasıyla ‘tarih öncesi dönem” denilen bu evrelerin ve toplumların tarihi de artık incelenebilir durumdadır ve esasen incelenmektedir de.

İngiliz tarihçi ve düşünür R.G. Collingwood “Tarih Düşüncesi” isimli çalışmasına tarih felsefesi ile başlar. Tarih felsefesinin kendisini ilk kez kendi kafasında kendi kendine kurduğu bir tarihsel düşünme şeklinden başka bir şeyi kastetmeyen felsefeyi bağımsız ve eleştirel düşünce olarak anlayan Voltaire’in bulduğunu, bu isimlendirmenin daha sonra felsefeyi bir bütün olarak dünya hakkında düşünmek olarak tanımlayan Hegel ve başkaca yazarlar tarafından da kullanıldığını ifade eden Collingwood, hem Hegel’in hem de bu ismi kullanan başkaca yazarların, tarih felsefesine başkaca anlamlar verdiklerini, bu felsefeyi sadece evrensel tarih ya da dünya tarihi olarak gördüklerini belirtir. Tarih felsefesi kavramının üçüncü kullanıcısı olan On Dokuzuncu Yüzyıl pozitivistlerinin, bu kavramı, anlatılması tarihin işi olan olayların akışını yöneten genel yasaların ve hatta tek biçimli yasaların keşfedilmesi olarak gördüklerine işaret eden Collingwood, devamla pozitivistlerin tarihi bir felsefe konusu değil, metodoloji gibi deneysel bir bilim konusu haline getirmeye çalıştıklarını ifade eder.

Oysa Collingwood’un görüşüne göre, gerek Voltaire’in, gerekse Hegel’in tarih felsefesine yükledikleri işi, işlevi ve görevi sadece tarihçiler yapabilir. Kendisinin tarih felsefesi deyimini kullanmasının, bunların hepsinden farklı olduğunu ifade eden Collingwood, kendi felsefe anlayışının genel bir çerçevesini çizdikten sonra tarih felsefesi kavramının açıklamasını yapar. Ona göre tarih felsefesi, tarihin kavramsal bir açıdan yorumlanmasıdır. Bu yorum çerçevesinde Collingwood tarihi “res gestae” ve “historia rerum gestarum” olarak ikiye ayırır ve tarihi bu ayrım temelinde inceler. “Res gestae” olan, olmuş olan olaylar anlamına gelirken, “historia rerum gestarum” olayları yazıya geçirmek, yani tarih yazmak demektir. Yani Collingwood’a göre, birisi olaylar, diğeri kayıtlar olmak üzere iki ayrı tarih vardır. Yine Collingwood tarih felsefesini, birisi “eleştirel tarih felsefesi”, diğeri “kurgusal tarih felsefesi” şeklinde ikiye ayırır ve bu iki başlık altında ayrı ayrı incelenir.

Bunlardan ilki, akademik tarih alanını “öğreti/doktrin” özelinde inceler ve tarihsel belgelerin yapısının, objektifliğinin ne ölçüde mümkün ve muhtemel olduğu hususlarıyla ilgilenir. Bu bağlamda  “eleştirel tarih felsefesi”akademik tarih dalını “kuram” temelinde ve özelinde inceler ve tarihsel belgelerin doğası, bunların nesnelliğinin ne derece olası olduğu gibi konularla uğraşır. “Kurgusal tarih felsefesi” ise,  insanlık tarihi başta olmak üzere geçmiş olayların önemini, bunların insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisini, doğurduğu sonuçları konu alır.

Tarih felsefesi, insanın, insanlığın ve toplumların değişimini, tekamülünü ve evrimini yöneten genel kanunların araştırılması, değişimin anlamı ve insanlığın geleceği üzerine olan nispi düşüncelerin ileri sürülmesidir. Tarih felsefesi, tarihi olayların zaman ve uzam/mekan zinciri içerisinde tespit edilip değerlendirilmesi yerine, tarihi, felsefi sorunlar açısından yorumlar, olayların seyri içinde hangi kanunların, alışkanlıkların olduğunu ortaya koyar.  

Bu açıklamalar çerçevesinde, Ernest Hirch’in, sosyolojinin düşünsel kökenleri arasında olduğuna işaret ettiği tarih felsefesine gelirsek, şu hususları ifade etmemiz gerekir. Maddi dünyayı hesaba katmadan, bireyden ve bireyin irade serbestisinden hareket eden Doğal/Tabii Hukuk Okulu, özellikle de Akla Dayanan Doğal/Tabii Hukuk Okulu, felsefi yönden tam olarak endeterminizmden hareket etmiştir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 231, 232 – 1996) Buna karşın Tarihçi Hukuk Okulu, insanı özgür irade sahibi olarak tanımamış ve buna bağlı olarak maddi dünyadan ve nedensellik ilkesinden, yani determinizmden hareket etmiştir.

Oysa Hegel’in varsayımına ve kabulüne göre, birey kendi cüzi iradesine rağmen, gene de dış dünyanın nedensellik kanunlarına tabi olanlar karşısında tam olarak acizdir ama bu varsayım bilimsel bir gerçek haline geldiğinde, felsefeden bilime geçilmiş olacaktır; zira Tarihçi Okul bu geçiş döneminin karakteristik bir ifadesidir, nitekim toplumsal hayatın nedensellik kanunlarına tabi olduğu varsayıldığında, ister istemez hukukun da bu nedensellik ilkelerine tabi olduğu kabul edilir; esasen buradaki nedensellik ilkesi toplumsal hayatta evrim kanunu adını taşır ve bu durumda Akla Dayanan Doğal/Tabii Hukuk Okulu’nun kabul ettiği ikicilik, Tarihçi Hukuk Okulu’nda hiçbir rol oynamaz, buna göre olan hukukla olması gereken hukuk ayrımına yer yoktur.  (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 231 – 1996)

Oysa Hegel’e göre de akıl, bu konuda büyük bir rol oynamaktadır, esasen Hegel’e göre, “dünya ruhu” denen mutlak akıl, dünyanın iç bünyesini oluşturmakta ve bu mutlak akıl, değişmez olmayıp devirden devire diyalektik bir oluşumlar zinciri izleyerek evrimleşmektedir; yani mutlak akıl da evrim kanununa tabidir… Hegel’in düşüncesine göre, gerçekliğin evrim kanunları, aslında bilimsel kavramların evriminin bir ifadesidir ama asıl olan düşüncedir, kavramdır, Hegel’in sözünü ettiği evrim ise, kavramların evrimidir ve dünya ruhu denen mutlak akıl, bir kavramın evrimidir, dünya ruhu, belirli kanunlara bağlı olarak geliştiğinden, Hegel’de bundan dolayı irade serbestisini reddetmektedir… Ne var ki, Hegel, bütün önemi kavramlara verdiği halde, dolaylı da olsa bu kavramları yaratan akla da önem vermekte ve dolayısıyla cüzi iradenin rolünü kabul etmekte, böylece Hegel’de en başta tamamen determinist düşüncelerle başlayan düşüncüler zinciri, sonuçta endeterminizmde karar kılmaktadır… Bundan dolayı Hegel’in takipçilerinin bir kısmı bir yöne, yani Hegel’in ruhu esas alan ve merkezi tutuculuk olan spiritüalizme, diğer kısmı ise Hegel’in diyalektik metodunu esas alan, bu bağlamda “tarihin bir evrimi vardır ve bu evrim ilerlemedir” diyen ve tarihsel materyalizm ile diyalektik materyalizmi savunan ihtilalci Marksizm yönüne gitmişlerdir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 233, 234, 235 – 1996)

3- Hirch’in bugünkü sosyolojinin düşünsel kökenlerinde biri olarak gördüğü “biyolojik evrim teorileri”nin temeli, Darwin ile ünlü olan ve kısaca “bir organizmanın soy hattının zaman içerisinde tesadüfen değişimiyle ilgili ve bu değişim üzerine” kurulu bulunan “Evrim Teorisi”dir.

Kökleri Milattan Öncesine kadar giden bu teori, Darwin’in 1859 yılında yayımladığı “Türlerin Kökeni: Doğal Seçilim Yoluyla Olan Türlerin Kökeni veya Yaşam Mücadelesinde Desteklenen Irkların Korunumu” isimli kitabıyla ortaya konulmuş ve bu kitap, bilimsel sonuçları ve bilimde açtığı çığırlar itibariyle evrimsel teori yönünden temel olmuştur, Ama öyle de olsa, bu teoriyi ve evrimsel biyolojiyi sadece Darwin’den ibaret görmek, Darwin’den sonraki süreçte hiç değişmemiş olarak ve Darwin’in ileri sürdüğü şekliyle kaldığını kabul etmek mümkün değildir. Zira o günden bugüne kadar olan süreç içinde bu teoriyle ilgili olarak pek çok yeni hipotez ileri sürülmüştür.

Gelişme, değişme, evrim anlamlarına gelen ve modern biyolojinin temeli olan evolüsyon ya da biyolojik evrim teorisi, popülasyondaki gen ve özellik dağılımının nesiller içerisinde seçilim baskısıyla değişmesi üzerine olan ve bu değişimi esas alan bir teoridir.

Auguste Comte, daha henüz Darwin’in evrim teorisi üzerine olan kitabı yayınlanmadan önce, nedensellik yoluyla doğayı, özellikle fizik bilimlerinden esinlenerek toplumsal hayatı, dolayısıyla hukuk olgusunu açıklamış, bu açıklamalarını, bilimsel genellemelere çevirmiş, hukukun fizikötesi ilkelerden daha çok, pozitif toplumsal olgulara dayandığını ileri süren pozitivistik sosyoloji okulunu kurmuş ve bu öğretiye “pozitif felsefe” ya da “sosyoloji” adını vermiştir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 235 – 1996)

Yine Comte’un daha öncede ifade ettiğimiz “üç hal yasasına” göre, insan düşüncesi birbirini izleyen: “teolojik ya da mistik çağ”, “fizik ötesi ya da soyut dönem” ve “pozitif ya da bilimsel dönem” olmak üzere üç evreden geçmiş, (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 236- 1996), aynı şekilde hemen her toplum da “dört evre” olarak bilinen aşamalar dizisi tezine göre, ekonomik ve sosyal organizasyonun dört ayrı tipini oluşturan evrelerden, yani – avcı, toplayıcı, tarım ve ticaret – evrelerinden geçmiştir. (M.Loughin, “Public Law and Political Theory”, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Bu görüşler aynı zamanda evrim teorisine de uygun olan görüşlerdir. Nitekim Comte, kendi üç hal kanununun siyasi evrim hakkında da geçerli olduğu görüşündedir ve o nedenle, toplum hayatının teolojik dönemde, yani mistik çağda Tanrı’nın eseri olarak düşünüldüğü; fizikötesi veya soyut dönemde, fizikötesi ya da soyut görüşlere bağlı olduğu; en yetkin ya da gelişmiş çağ olan pozitif ya da bilimsel dönemde, Tanrı’ya veya fizikötesi görüşlere değil, müspet bilimlere tabi bulunduğu ve dolayısıyla pozitif bilimlere özgü yöntemlerin siyasi bilimlere de uygulanması gerektiği fikrindedir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 237 – 1996)

Yine yukarıda açıklandığı üzere, Hegel, Darwin’in evrim teorisi üzerine olan kitabı yayınlanmadan önce,  “tarihin bir evrimi vardır ve bu evrim ilerlemedir” görüşüne dayanan tarihsel materyalizm ile diyalektik materyalizmin temellerini atmıştır.

Bu konuda, yani evrim konusunda Darwin’den önce adım atan bir diğer düşünür İngiliz düşünürü Herbert Spencer’dir. Bu bağlamda, Comte bütünüyle fizikten ve fizik biliminden esinlendiği halde, onunla aşağı yukarı aynı zamanlarda yaşayan Spencer’de, evrim kanuna dayanmış olmakla birlikte,  toplum hayatının evrimini Comte gibi fizik kanunları ve Darwin gibi biyolojik evrim düşüncesiyle sınırlamamış, bu teoriyi, “statik bilim” kavramı adı altında bütün bilimlere, bu bağlamda, toplum hayatına da uygulamıştır.

Spencer “Toplumsal Statik” isimli eserinde, sosyolojiye evrim teorisini uygulayarak ahlaki ve siyasal düşüncelerini ve görüşlerini, çağdaşı olan Toplumsal Darwinciler gibi bir Doğa felsefesi zemininde geliştirmeye çalışmıştır. Spencer, Darwin’in doğal evrim teorisinin ve bu teoriden önce kendisinin türettiği “uyum yeteneği” teziyle, doğal seçilimin toplumsal hayatta uygulamasına öncülük etmiştir. Bu görüşüyle Spencer, tıpkı doğada verilen var olma mücadelesinde “uyum yeteneği en çok olanın” hayatta kalması gibi, uyum yeteneği en çok olan toplumların da hayatta kalacağı düşüncesini ortaya koymuştur.

Zira Spencer’e göre, toplumlar, canlı organizmalar gibidirler ve tıpkı canlı organizmalar gibi işlerler ve hayatta kalırlar; toplumlar ne kadar karmaşık hale gelirlerse, parçalarının karşılıklı bağımlılığı da o ölçüde artar; toplumlar, doğal bir özellik olarak kendi dengelerini sağladıkları için, kendi üyelerinin daha ileri düzeyde evrim için mücadele etmelerine ihtiyaç duyarlar; bu mücadele feodal toplumda askeri bir şekilde işlerken, sanayileşmiş toplumda rekabet ve iş birliği bileşimi askeri şeklin yerini alır; süreç içinde toplumsal hayat, toplumsallaşmanın en yüksek düzeye ulaşmasıyla bireysellikte en büyük gelişimi sağlar.

Spencer’in hukuk anlayışı da onun evrim görüşüne dayanır. Ona göre ilkel çağlarda hukukun kaynağının kutsal olduğuna inanıldığı için hukuk kuralları durağandır, dardır ve serttir, buna bağlı olarak hukuk kuralları toplumun değişen şartlarına ve ihtiyaçlarına uymaz. Oysa evrimin bir sonucu olarak ve evrimin sonunda hukuk kuralları, hukukun tek görevinin örgütlenmiş toplum hayatını tamamlamaya uygun şartları sağlayacak ve koruyacak hale gelir.  

Bütün bu nedenlerle, evrim ve ilerlemek sözcüklerinin eşanlamlı olduğu düşüncesinde olan Herbert Spencer, evrim kuramının gelişiminde ve kabulünde en az Charles Darwin kadar büyük bir rol oynamış, bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan o olmuştur.

4- Hirch’in günümüz sosyolojinin düşünsel kökenlerinde biri olarak nitelendirdiği, “toplumsal durum ve şartların incelenmesini zorunlu kılan modern sanayinin doğurduğu sosyal ve siyasi reform hareketlerine” gelince, önce şu hususu ifade etmek gerekir: Rönesans ve Reformla birlikte aklın ve düşüncenin önündeki engeller kalkmış, din kendi alanına, yani kilisenin içinde hapsedilmiş, seküler ve laik bir anlayış egemen olmaya başlamış, böylece bilim ve sanat hayatı canlanmış, akla öncelik tanıyan, bilim ve felsefede büyük gelişmelerin olduğu bir düşünce sistemi olan Aydınlanma Dönemi’nin önü açılmıştır. Bu dönemin, Amerika Birleşik Devletlerinin kurulması, Fransız İhtilali’nin olması gibi siyasi ve sosyal sonuçları olmuş, bilimdeki ve teknolojideki bu gelişmeler, Sanayi Devrimi’ni getirmiş, Sanayi Devrimi, sadece daha önce tarıma dayalı geleneksel toplumda evlerde, el tezgahlarında yapılan üretimin fabrikalarda yapılmasını, yeni teknolojileri,  yeni bir üretim biçimini ve ortamını değil, kırsal mekanlardan, köylerden kentlere göçü, buna bağlı olarak yeni bir yaşam biçimini doğurmuştur. Bu yeni yaşam biçimi toplumun sosyolojik yapısında da değişimlere ve dönüşümlere neden olmuş, aile, geniş aile tipinden çekirdek aileye dönüşmüştür. Teknik ilerlemeler nasıl Sanayi Devrimini doğurdu ise, Sanayi Devrimi’yle birlikte oluşan sermaye birikimi de kapitalizmi doğurmuş,  buna bağlı olarak Batıda toprak sahibi olan aristokratlar yerlerini, sermaye sahibi olan burjuvaziye bırakmıştır. Bu süreçte toplumların ve insanların, sadece sahip oldukları kurum ve yapılar değil, aynı zamanda bütün değerleri, normları ve davranış kalıpları da değişmiştir.

Bütün bu gelişmelerin ve değişmelerin yarattığı önemli bir diğer sonuç da, sosyoloji biliminin doğuşu olmuştur.