Bir kavramla ilgili fikir ortaya koyarken aklımıza gelen ilk husus, kavramın tanımlamasının yapılması ve özelliklerinin ortaya konulmasıdır. Hesaplanabilir ve ölçülebilir olmayan adalet kavramı üzerinden her insan, her toplum, her millet ve her devlet kendi günahlarına ve suçlarına “adalet” şemsiyesi altında meşruiyet alanı sağlayabilir ya da sosyal bir iyileşme için motivasyon kaynağı olabilir. Kim tarafından hangi amaç ve saikle kullanılırsa kullanılsın, adalet kavramı idealize edilmiş bir kavramdır. Platon, adaletin bir tanımını yapmaktansa devlet için iyi olanın adaletli olduğu hükmüne varmıştı, pratikte mevcut devleti değil de olması gereken devlete atıf yapması sebebiyle platonun adalet anlayışı da olması gereken adalet ütopyası ile sınırlı kalmış ve somut olarak ortaya konulamayan bir kavram olmuştur. İslam felsefesinde de antik yunan felsefesine benzer şekilde adalet ile erdemli olmak arasında yakın ilişki kurulmuş. Farabi, adaleti ontolojik olarak tanrının özünden çıkan bir kavram olarak görmüş ve adaletin, toplumu oluşturan katmanların (yönetici-asker-üretici) kendi görevlerini hakkıyla yerine getirmesiyle sağlanabileceğini söylemişti. El-Medînetü'l-Fâzıla’da İdeal bir toplumu, olması gereken devleti ortaya koymuştur. Adalet üzerine tefekkür eden her filozof hayali bir ideal devlet ve toplum yapısının içine yerleştirmiş oldukları ilkeleri adalet olarak tanımlamıştır. Adaletin varlıksal biçimini, tinsel ve idealize edilmiş bir kavram olarak algılamamız sebebiyle adaletin anlatımını yaparken ütopik bir kurguya her zaman ihtiyaç duyulacaktır. Varsayımsal bir fikirden yola çıkarak yine kurgu bir düzeni anlatsa da diğerlerine nazaran pratikte bir anlamı olabilecek John Rawls’ın adalet teorisi de adaleti olması gerektiği gibi hukuksal bir düzlemde değil felsefi bir paradigmayla ele alır. Rawls’ın, bir toplumu baştan kuruyor olsak ve kuruluş öncesinde toplumdaki statümüzü (erkek-kadın, işçi-patron, siyah- beyaz, yönetici-yönetilen gibi) bilmeseydik toplumu hangi ilke ve esaslarla inşa ederdik sorusu gerçekten de pratikte siyasi erkin kurumları dizayn ederken farkındalığını arttıracağı bir düşünce olarak karşımıza dikilebilir ve insanı adil bir tercih yapma zorunluluğuyla baş başa bırakabilir. Evreni en baştan kurguluyor olsaydık eğer başlangıçta hangi konumda olduğumuzu bilmiyorsak bütün farklılıklar için eşit bir koşul yaratmaya çalışırdık. Yine de hangi ütopik düzlemde yahut varsayımsal çıkarımlarla olursa olsun adalet kavramı hukukun dışında felsefik bir tartışmanın gölgesi altında kalacaktır. Filozoflar, aydınlar ya da bu konuda düşünmeye yeltenen herkes adalet için ütopik evrenler yaratma mecburiyetinde hissedecektir.
Ütopik bir evrenden sıyrılıp dünya hayatının ve mevcut pratiğin yansımasına baktığımızda Hakimin veya mahkemenin amacının adaleti sağlamak mı kuralları uygulamak mı ikilemi arasında giden tartışmada elbette adaleti sağlamak diye haykıran sesler çoğunluktadır. Oysa kuralların uygulanmasının bizatihi sonucu aslında bahse konu edilen adaleti sağlamaktır. Yasa koyucu koyduğu kuralların uygulanması ile adaletin sağlanacağı inancını taşır. Hakim, yasa koyucu ile aynı inancı taşımak zorunda değildir. Söz konusu kuralın uygulanması ile gerçek adaletin sağlanmadığı kanısında olabilir bu durum hakimin söz konusu kuralı uygulamama gerekçesi olamaz. Basit bir örnekle yasa koyucu hırsızlık suçunun müeyyidesi olarak 5 ile 10 yıl arasında bir ceza belirleyerek hırsızlık eylemi karşısında bu cezaların uygulanması gerektiğini belirlemiştir. Hakim kendi vicdan terazisinde verilecek olan cezanın 15 yıl olması gerektiğini ya da hırsızlık suçunun failinin elinin kesilmesi gerektiğini düşünebilir. Fikir hürriyeti sınırsızdır. Elbette istediği kadar düşünebilir fakat uygulayabilir mi? Elbette uygulayamaz. Hakimin kendi subjektif adalet terazisinin kurallarla belirlenmiş hukuk biliminin karşısında bir önemi yoktur. Öyleyse bu basit örnekten çıkarılacak sonuç; hakimin görev ve yetkisinin maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve kurallarla belirlenmiş cezayı uygulamaktan başka bir şey olmadığıdır. Hukukun teorisi, uygulanması, yorumlanması başlı başına bir uzmanlık alanıdır. Kuralın olduğu yerde karar yoktur diyerek hakimleri münhasıran karar bildiriciler olarak dar bir kalıba sokma haksızlığını da yapmamak gerekir. Bir geometri sorusunda formüller belli olsa da soruyu çözebilmeniz için bazen hayali bir çizgi çekmeniz gerekir. Problemin ya da ihtilafın çözümü, o çizgiyi çeken yaratıcılıktır. Bu bir beceridir. Hukuki literatürde yorum ilkeleri dediğimiz kişiden kişiye değişmeyen objektif ve mantıksal düzlemde yer alan ilkelerin uygulanması ile mümkün olan ihtilaflar da mevcuttur ancak bunların mevcut vakıaya uygulanışı da aynı uzmanlığın bir başka yönüdür. Hukuk dediğimiz normatif ve mantıksal bir metodoloji barındıran bu alanı vicdan, merhamet ve adalet kelimeleriyle yoğurup ortaya çıkan hamuru hukuk sananlar o hamuru afiyetle yiyebilirler. Türk toplumunun, siyasete nasıl bakıyorsa hukuka da aynı perspektiften bakışlar atması, hukukçu olmayan herkesi hukuk adına konuşabilir bir hadsizliğe sürüklemiştir. Televizyon programlarında politik bir meselenin tartışılmasında sunulan argümanlarla aynı programda hukuki bir ihtilafın tartışılmasında sunulan argümanlar birebir benzerlik taşımaktadır. Siyasetçilere yöneltilen eleştiriler, sitemler veya destek açıklamaları bir mahkeme kararına yöneltilen eleştiri ve destek açıklamaları ile aynı mahiyete gelmiştir. Hukuk, sosyal bilim vitrininden inip herkesin meşrebine, ideolojisine, partisine, hatta tuttuğu takıma göre yorumlandığı bir alanda bulmuştur kendini. Bu seviyede kendine yer bulan hukuka ve hukukçuya güven ve saygının toplumsal bilinçaltında büyük bir zaafiyete uğraması şaşırtıcı değildir. Hukukun genel teorisini, nosyonunu ve metodolojisini kavrayamayan hukukçuların da bu zaafiyette rolü büyüktür. Bir tartışma programında “Hakimin verdiği karar vicdanları rahatsız etmiştir. İdare Kanununa da aykırıdır” diye ezbere konuşan bir gazeteciye “idare kanunu diye bir kanun yoktur. İdare hukuku tedvin (codification) edilmemiş bir hukuk dalıdır hangi kaideye göre söylüyorsunuz” diye cevap vermeyip “Turgut Özal döneminde de aynısı olmuştu” diyen hukukçuların ya da “Cinayet dosyasında iyi hal indirimi veren hakim hukuku katletmiştir” diyen sunucuya iyi hal indiriminin ne demek olduğunu anlatamayan hukukçuların hukukun sosyal bilim vitrininden inmesine katkısı da inkar edilemez. Ancak en büyük paye, adalet denilen ve tanımlanamayan soyut bir kavramın hukuk kavramıyla karıştırılmasıdır. İyi niyetlerle söylendiğini düşündüğümüz Hakimlik ve Savcılık mesleğine yönelik “ bu meslek peygamber postudur” diye kullanılan dinen de münasip olmayan ancak mesleğin önemini vurgulamak için yapılan cürretkar benzetmelerde de Yargıya olan bakışın rasyonel olan ve kurallarla tanzim edilen bir sosyal bilime bakışın uzaklığı vardır. Adalet ancak varsayımsal teorilerle tartışılan bir kavram olarak yerini koruyacaktır. Neyin adil olduğu olgusu statüseldir. Tabiatın kuralları mı yani güçlünün zayıfı yok ederek ilerlediği bir düzen mi daha adil, tanrının buyrukları mı yoksa akıl yoluyla ortaya çıkan ilkeler mi? Bu tartışmayı hukukun bir parçası halinde getirdiğiniz de hukukçular dışında herkesin ahkam kestiği bir ortamın oluşması kaçınılmaz olacaktır. Cezalandırmanın olduğu yerde herkesin kendisine göre bir adalet terazisi çıkaracağı olağan ve beklenendir fakat bu husus bile her durum için geçerli değildir. Örneğin askeriyede kendi içerisinde mantığı olan ancak duyulduğunda tuhaf gelen kuralar ve yaptırımlar vardır. Ancak hiç kimse askeriyedeki bu kural ve cezalandırma ilişkisine adalet mefhumuyla bakmaz. Adaletle ilişkilendirilmiş bir bağ aramaz. Burada konulan kural ve yaptırımlara başka duyguları ön plana alarak bakar. O halde kurallar ve cezaların olduğu yerde nihai sonuç olarak adaletin gerçekleşeceği bir yanılgıdır. Liberalizm, Marksizm veya Sosyalizm gibi birçok ideoloji, adaletin kendi ilke ve uygulamalarıyla ortaya çıkacağını savunur ancak bir işçinin ücreti ne kadar olmalıdır ve neye göre belirlenmelidir? sorusuyla parçalanma başlar, yüzlerce parçaya bölünmüş cevaplardan kim hangisini beğenirse sırtına sosyal adalet çuvalını alıp hedefine yürümeye çalışır. Bu hedeflerin ortak ve mantıksal bir zemine oturması için iki tane dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölmesi gerekmiştir. Hukukun normatifliğinin korunması, evrensel ilkelerinin eşit uygulanması talebine karşılık “hayır biz adalet istiyoruz” diye bağıran partizan, riyakar ve oportünist olanların tarih sahnesinde bir hükmü olmayacaktır ancak sırtlarına aldıkları bu adalet çuvalıyla ortalığı yangın yerine çevirme potansiyelleri azımsanamayacak ölçüdedir. Yasa koyucular için ya da siyasal iktidarlar için en zoru, yerleşmiş ve toplumsal hafızada yer etmiş mevcut hukuk kuralları ve evrensel ilkelerini ortadan kaldırmaktır. En kolayı ise adaleti yoldan çıkarmaktır. Çünkü Jacques Derrida’nın deyimiyle hukuk hesaplanabilir bir alanken adalet, metafizikseldir, ölçülemez, hesaplanamaz ve normatif bir düzene indirgenemez. Demokrasinin ölçüsünü demos ve kratos arasındaki ilişki belirler. Demos yani halk ne kadar eğitimli ve bilinçliyse demokrasi aynı doğrultuda ilerleme kaydedecektir. Adalette kavramında da benzer bir durum söz konusudur.
Adalet, bir kavrayış biçimidir. Tabi burada belirtilen hususlar elbette tek düze bir kavram olarak sadece hukuk nazarıyla ele alarak yaptığımız açıklamalardır. Sosyal adalet, ilahi adalet gibi kavramların kendi içerisinde yaşadığı problemler çok daha farklıdır. Yargılama yani hukuk adaleti ile ilgisi yoktur. İlahi adaletin gerçekleşeceği vaadi bu dünya için verilmiş bir vaat değildir. Bütün semavi dinler için geçerli olmak suretiyle ilahi adaletin asıl tecellisi öldükten sonra dirilişle başlar. Bu dünyada adaletin gercekleseceğine dair verilmiş bir söz yoktur. İnsanlık kısmen bunun bilincinde olacak ki varlıklı kimselere dair kendiyle bir kıyaslamaya girdiğinde "onun bu dünyadaki sınavı da zenginlik" diye düşünerek rahat nefes alabiliyor. Ya da kendisine yapılan bir haksızlık fikri karşısında ihkak-ı hak yoluna gücü yetmiyorsa yahut beşeri bir yargılamadan sonuç alamayacağını düşünüyorsa intikam ve ceza kısmını yaradana havale ediyor. Adalet kavramını tartışan herkes kavramın kuramsal olarak ne olduğuyla ilgilendiği için tanımlama mecburiyeti içine girmiş ve bu mecburiyet birden çok adalet teorisini ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Oysa Adaletin muhatabı kimdir sorusu bir mihenk noktasıdır. Muhatap; aynı ihtilaf içerisinde bulunan, aynı kusurlu davranışı işleyen "statüsü farklı birden fazla kişidir". Mukayese yokluğu ve imkansızlığı bulunuyorsa adalet kavramı anlamını yitirir. Muhatap olmadan tartışılacak mevzu yalnızca; hakkaniyet, nesafet, insaf ya da merhamet gibi kelimelerin birbiriyle çarpışmasıdır. Tek kişinin işlediği kusurlu bir hareketin yaptırıma bağlanmasında adalet hususunda tartışılacak bir şey yoktur. Burada yapılan bir cezalandırmadır. Aynı eylemi gerçekleştiren; sosyal konumu, dini, partisi, ırkı farklı birden fazla kişi ise ancak o zaman adalet tartışması gündeme gelebilir. Yani adalet mukayese edebilme kabiliyetidir. Adaletin bir kavrayış sekli olması da bu kabiliyet ile ilgilidir. Çok ileri bir düzeyde olmasa da belli bir seviyede yerleşik hukuk düzenine sahip olan bizim gibi toplumların tartışacağı adalet kavramı, mukayese kabiliyeti üzerine yapılmalıdır. Bu basit ve netice alan bir tartışma olacaktır. Hukuk kurallarının statü, din, dil, siyasi parti farketmeksizin herkese aynı uygulandığı ya da uygulanmadığı hususunu bilinçli olarak kavrayabilen bir toplumun yıkılması oldukça güçtür. Ancak bir toplum adaleti bulunduğu konfor alanına göre şekillendiriyorsa mukayese bilinci kaybedilmiş demektir. İşte o zaman bu toplumlar için ya bir yıkılış ya bir başlangıç, mecburiyet halini alır.
Kürşat ERSOY
Cumhuriyet Savcısı






